Latin Amerikalı Kalkınma Eleştirileri
Modern
Dünya Sistemi’nin en önemli çevre unsurlarından biri olarak Latin Amerika’dan
hakim kalkınma paradigmasına yönelik eleştiriler esaslı bir yekûn tutuyor. Şilili
Manfred Max Neef’in, Meksikalı Gustava Esteva’nın, Kolombiyalı Arturo Escobar’ın
ve makaleyi de kaleme alan Arjantinli Maristella Svampa’nın katkılarıyla
ilerleyen bu eleştirel literatür hakkında bilgilendirici bir makale. Umarım
faydalı olur.
Latin Amerikalı Kalkınma Eleştirileri
Latin
Amerika’da hakim kalkınma nosyonuna yönelik eleştirel yaklaşımlar Roma Kulübü’nün[1] 1972’de yayımladığı “Büyümenin
Sınırları” raporuna kadar gider. Bu eleştiriler sürdürülebilir kalkınmadan emtia
öncülerinin yayılmasına kadar uzanan geniş bir yelpazede çağdaş bir içeriğe
sahiptir. Latin Amerika düşüncesindeki üç kilit meseleyi şöyle sıralayabiliriz:
1. Tüketim
toplumu eleştirisi (70-80 ler)
2. Post
kalkınmacı eleştiriler (90’lar ve 2000’ler)
3. Ekstraksiyonisme
dair eleştirel perspektifler (2000’lerin başından günümüze kadar olan süreç)
İlk
aşama en iyi Brezilyalı Ekonomist, Celso Furtado tarafından temsil edilir. ECLAC
(Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu)’ın klasik perspektifine mesafe
koyarak büyümenin sınırları argümanının dolayımlı sonuçlarından birinin
Kapitalizmin parlattığı yaşam tarzının ancak sanayi toplumları ve az gelişmiş
memleketlerdeki seçkin bir azınlık için mümkün olduğunu söylemiştir. Tüketime
dayalı yaşam tarzını genelleştirmenin sisteminin çöküşüyle sonuçlanacağını
ifade etmiştir. Arjantinli, disiplinler arası çalışmalar yürüten bir grup olan
Fundacion Bariloche’nin Amilcar Herrera’nın koordine ettiği rapor da aynı
izleği takip eder ve “büyümenin sınırları raporunun arkasında kalkınmanın
egemen söylemi neo maltusyen mantığın yattığı iddiasında bulunur. 1975’de grup
alternatif bir model önerir: “Felaket mi yoksa yeni bir toplum mu? Latin Amerikalı
bir Dünya modeli” adlı çalışma ile çevresel bozulmanın doğal kaynakların
tahribinin nüfus artışı yüzünden değil fiilen gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler
ayrımını getiren zengin ülkelerdeki yüksek tüketimden kaynaklandığını öner
sürer. Bu perspektifin doğal sonucu ise gezegenin ayrıcalıklı kesiminin aşırı
tüketim kalıplarını durdurması ve doğa ve çevre üzerindeki baskıyı azaltmak
için büyüme oranlarını azaltmaları gerektiği şeklindeydi. Her ne kadar bu
eleştiriler sınırsız ekonomik büyümeyi bir değer olarak gören hâkim verimlilik
paradigmasından kaçamadıysalar da yine de hâkim bilgiyi sorgulama erdemine
sahipti.
1980’lerdeki diğer kavramlar da benzer bir
şekilde tüketim eleştirilerine burgu yapıyordu. Bunlardan bazıları Şilili
ekonomist Manfredd Max Neef’in geliştirdiği temel insani ihtiyaçlar ve insani
ölçekte kalkınma teorileriydi. Post endüstriyel toplumun daha da keskin bir
eleştirisi ise onun enstrümantel akılcılığını ve kaba materyalizminin altını
çizen İvan İllich’in oldukça etkili “zevklilik” teorisiyle geldi. Kalkınma eleştirisinin
verdiği güven tüketim ve kültür kalıplarını ortak mallar nosyonu lehine olacak
şekilde ve seçkin toplumları ise daha sade bir yaşam tarzı ve uzun ömürlü
üretim sistemleri üzerinde yeniden ele alarak genişledi.
İkinci
aşamada post kalkınmacı perspektiflerle birlikte kalkınma eleştirisi kalkınmayı
bir iktidar söylemi olarak incelemek üzerinde yoğunlaştı. Gustava Esteva’nın katkılarıyla
Wolfgang Sachs’ın editörlüğünde hazırlanan 1992 tarihli Kalkınma Sözlüğü, 1949’da
bir savaş sonrası dönem icadı olarak, ABD ve batılı güçlerin yanında yer alan kalkınma
düşüncesinin kolonyal matriksinin hatlarını belirginleştirdi. Bu düşünce
hattındaki diğer bir önemli katkıda Arturo Escobar’ın modern kalkınma kavramını
yapı sökümüne uğratmasıydı. Escobar kavramı bir tahakküm enstrümanı olarak ele
aldı. Onun kalkınmışlık ve kalkınmamışlık ayrımlarıyla konuşan; kalkınmaya dair
“problemleri” profesyonelleştirmeyi ve kalkınma uzmanlarının hakimiyetini
getiren; bölgesel, ulusal ve
uluslararası teşkilatlar ağıyla kalkınmayı kurumsallaştıran uygulama
mekanizmalarını açığa çıkardı. Escobar kalkıma söyleminin yerel tecrübeleri ve
bilgiyi nasıl görünmez kıldığını vurguladı. 1990’ların ortalarında “alternatif
Kalkınmadan” “Kalkınmaya alternatiflere” doğru kayan düşünme biçimlerini
önerdi.
Hala
içinde olduğumuz üçüncü aşama ise 2000’li yıllarla birlikte neo- ekstraksiyonizm
eleştirisiyle Emtia Uzlaşması ile başladı. Bu aşama kalkınmanın temelini
oluşturan üretim ve verimlilik esaslı mantığı ve devasa doğal kaynak
kullanımına dayalı (büyük ölçekli madencilik ve petrol çıkarılması, genetiği
değiştirilmiş organizmalar ve tarımsal kimyasallarla ilişkili yeni tarımsal
kapitalizm, büyük ölçekli barajlar, devasa konut projeleri gibi) projelerin
artmasını eleştirdi. Bu yeni tarz ekstraktivizm (kaynak kullanımı) toprağın
yoğun bir şekilde kullanımını, arazi gasplarını, doğal kaynakların ihracata yönelik
olarak tahripkar bir biçimde kullanımını içeriyordu. Extraktivizm aşırı
tüketimi ve temel malların Latin Amerika’dan merkez ve yükselen ekonomilere
ihracına işaret ederken Washington Konsensüsü yerine her geçen yıl daha da
belirginleşen doğanın dayanılmaz ve geri döndürülemez bir biçimde iştahla kullanımına
dair bir anlaşma olarak Emtia Konsensüsü’nü önermekteydi. Bu kaçınılmazlık cari
kalkınma modellerine alternatifler düşünme ihtimalini mecbur kılıyor. Yüksek uluslararası
fiyatlar gibi öne sürülen mukayeseli avantajların ötesinde bu eğilimler Latin
Amerika’yı hammadde tedarikçisi olarak gören tarihsel rolü pekiştiriyor. Aynı zamanda
küresel ekonomik merkezle çevreleri arasında ulusal ekonomilerin reprimarizasyonu
(doğal kaynakların ihracat öncelikli olarak kullanımı) ve sosyal-çevresel çatışmaların adil olmayan
dağılımı trendlerinin gösterdiği asimetriyi arttırıyor.
İlk
iki analitik aşamadan farklı olarak içinden geçtiğimiz üçüncü aşama çevre
sorunlarının bu kez toprak, siyaset, ve medeniyet kavramları ile ilişkilenerek
yeniden önem kazanmasını beraberinde getirdi. Enrique Leff’in ifade ettiği gibi
mücadelelerin çevreci bir dil kazanması farklı
ekonomik-sosyal ve ülkesel hareketlerin ulusaşan işletmelerin temsil ettiği
özel sektöre ve devlete yönelmesi sürecini yansıtıyor. Bu hareketler söylemsel
pozisyonlarını tekil-kültürel kalkınma modellerine dair eleştiri gibi diğer
meseleleri de dahil ederek genişletiyor ve keskinleştiriyor. Bu politika düalist
ve hiyerarşik bir ontolojiye dayanan doğanın insan merkezli ve enstrümantel
kavranışı şeklindeki görüşün krizini açığa çıkarıyor.
Bu
epistemik-politik manzarada post kalkınmacı bir vizyon ve radikal bir çevre
rasyonalitesinin konsolidasyonuna şahit oluyoruz. Ufuktaki buen vivir (iyi
yaşam)bienes communes (ortak mallar) özen ve merhamet etiği, gıda egemenliği,
özerklik, doğa hakları, ilişkisel ontolojiler gibi kavramlar Latin Amerika
eleştirel düşüncesindeki son dönemdeki dialektik dönüm noktasının anahtar
unsurlarını teşkil ediyor. Bu dönüm noktası geçmiş dönemlerin birikimini
sentezliyor tüketim modelleri ve hakim kültürel kalıpların eleştirisini kendine
dahil ediyor ve post kalkınmacı perspektifi yeniden biçimlendiriyor.
[1]
Kökleri 1603’e
kadar giden Roma’daki Accademia de Lincei bünyesinde 1968 yılında kurulan Roma
Kulübü küresel ekonomi politikaları yakından izleyen bir topluluk. 1972 yılında
yayımladıkları Büyümenin Sınırları adlı rapor büyümenin dünyadaki kaynakların
bir gün tükenecek olmasından dolayı sınırsız olamayacağını öner sürüyordu. 30
dilde 30 milyon basılan rapor kulübün ilk çok satan yayını oldu. 2001 yılında
bünyesinde bir think-tank kuruluşu oluşturdu. TT30 İsimli kuruluş yaşları 25-35
arasında olan 30 erkek ve 30 kadın katılımcıdan oluşuyor ve küresel problemlere
gençlerin bakış açısından çözümler önermeyi hedefliyor.

Yorumlar
Yorum Gönder