KALKINMANIN CİNSİYETİ
Kalkınma üzerine düşünmeye devam. Kapitalist kalkınmanın başlı başına doğa, insan ve kültürü tahrip eden bir yönü olduğunu söylüyor Hintli yazar Shiva. Kadıncı ve sol bir dil kullanıyor. Kalkınmanın fazlasıyla eril bir dili olduğunu daha merhametli, anaç ve kucaklayıcı olması gerektiğini öne sürüyor aksi takdirde “dünyanın yüzde birinin geri kalan yüzde doksan dokuzun hilafına istifade ettiği, gerçeğin yerine kurmacayı ikame eden, ekolojik felaketlerin müsebbibi, finans kapital üzerine kurulu ekonomi politikalarının sonucunda yeryüzü daha az yaşanabilir bir yer olmaya doğru gidiyor.” Söylediklerini daha az ideolojik bir tınıyla dile getirmesi aslında makaleyi daha güçlü kılabilirdi. Yine de okumaya değer. İlgilisi için tercümesi aşağıda takdim olunur.
KALKINMA-
YÜZDE BİR İÇİN Vandana Shiva
Kapitalist
ataerkil düşüncenin “kalkınma” ve Gayrısafi Mili Hasıla söyleminin ötesine
geçebilmeliyiz ve yeryüzü ailesinin mensupları olarak gerçek insanlığımızın
itibarını iade edebilmeliyiz. Ronnie Lessem ve Alexander Schieffer’in dile
getirdiği gibi:
“eğer
kapitalist teorinin babaları teorik inşalarında en küçük ekonomik birim olarak
bekar burjuva adamı yerine bir anneyi koyabilselerdi insanoğlunun bencil doğası
aksiyomunu formüle etmiş olmayacaklardı”
Kapitalist
ataerkil ekonomiler savaşlar ve şiddetle biçimlenir; doğa ve farklı kültürlerle
savaş ve kadına yönelik şiddet. Temel amaç doğa ve insanlar tarafından üretilen
gerçek refaha sahip olmak ve kontrol etmek olunca maddi süreçlerin yerine rekabetçi
piyasalar gibi ekonomik kurmacaları daha çok koyarsınız.
Parçalamak
kapitalizm ve ataerkil değerlerin manzumesinden neşet eden kilit karakteristik
paradigmadır. Önce doğayı insandan sonra insan soyu içinde cinsiyet üzerinden
kadını erkekten ayırırsınız; ardından din, kast ve sınıf gelir. Parçalama
şiddetin kökleri ile ilişkili ve irtibatlıdır. İlk olarak zihinde sonrasında
gündelik eylemlerimizde. Şirket küreselleşmesi sürecinde eskinin sosyal
eşitsizliklerinin yeni ve daha kaba bir şekille yeniden önümüzde gelmesi kazara
olan bir şey değildir. Günümüzün cari trendleri içinde sıklıkla müşahede
ettiğimiz husus dünya nüfusunun yüzde birinin kısa zaman içinde geriye kalan
yüzde 99 kadar bir zenginliği temellük edeceğidir.
Bu
günün şirketleri gerçek insanların sahibi olduğu hakların ötesinde bir hukuki
şahsiyet talep ediyor. Böylece inşa edilmiş kurmaca kavramlarla refah
yaratımının gerçek kaynakları arasındaki mesafe gittikçe açılıyor. Finans
şimdilerde zenginlere aletler ve teknolojilerle refahı hiçbir şey yapmadan elde
eden rantiyeciler olarak yığabilmelerine imkan veren sermayeyi ikame ediyor.
Finansal ekonomide para kazanmanın yegane yolu vurgunculuktur. Finansal
serbestlik zenginlere fukaranın alınteri ile kazandığı geliri spekülasyonla
elde etmesine imkan veriyor. Büyüme fikri bireyler ve hükümetler arasında
yegane başarı ölçütü haline geldi. Kapitalist ataerkil Büyük Para’nın ağzı ile
konuşuyor ve sadece Büyük Para’nın daha da büyümesine yarıyor.
Ekonomik
gelişme paradigmasını başarısız kılan ise toplumda ve doğada hayatı tahrip
ettiğinin bilincine varılması. Hem ekoloji hem de ekonomi Yunanca’daki
“ev-yuva” anlamına gelen oikos sözcüğünden gelir ve her ikisi de bir ev
idaresine işaret eder. Ekonomi ekoloji bilimini karşısına aldığında bunun
yeryüzünde yani yuvamızda fesadı arttıracağını söylemek için kahin olmak
gerekmez. İklim krizi, su krizi, biyoçeşitlilik krizlerinin her biri yeryüzünün ve kaynaklarının yanlış idaresinin
farklı birer semptomudur. İnsanlar yeryüzünü gerçek bir sermaye ve bütün
“kaynak”ların ondan geldiği bir hazine olarak görmediği için onu yanlış
yönetiyor ve ekolojik süreçlerini tahrip ediyor. Doğa ve onun yeryüzündeki
insan hayatını idame ettiren ekolojik süreçleri olmaksızın en devasa ekonomiler
çökmeye ve medeniyetler yerle yeksan olmaya mahkumdur.
Çağdaş
neoliberal modelde fakir fakirdir çünkü o meşum yüzde bir onun günlük iaşesine ve
refahına el koyar. Bunun bir örneğini Myanmar’da Rohingya topluluğunda
görebiliriz. Köylüler gittikçe yoksullaşır zira yüzde bir maliyetli tohumların
ve kimyasalların kullanıldığı endüstriyel tarıma çanak tutar. Bu tuzak onların
borca batırır topraklarını, su kaynaklarını, biyolojik çeşitliliği ve
refahlarını tahrip eder. Yeryüzü Demokrasisi (2005) adlı kitabımda Monsanto
şirketinin işlenmiş Bt pamuğunun aşır pazarlaması yoluyla nasıl pamuk tohumu
arzı üzerinde tekel oluşturduğunu anlatmıştım. Pahalı GMO (genetiği
değiştirilmiş organizma) tohumları diğer sözde yeşil devrim teknolojilerini
satın alarak borçlanmak zorunda kalan 300 bin kadar Hindistanlı çiftçinin son
yirmi yılda intihar ettiğini ve bu intiharların bir çoğunun da pamuk kemerlerle
edildiğine de kitapta verilmişti. Bu vahşi tekellere direnmek için mücadele
eden Navdanya isimli çiftçikte kırsal bir araştırma yürütmeye başlamıştım.
Çiftçilerin geleneksel organik pamuk çeşitlerini Tohum Özgürlüğü hareketinde
dağıtarak korumuştuk.
Eğer
çiftçiler daha da yoksullaşırsa bu-şimdilerde sayısı üçe düşen; Monsanto Bayer,
Dow Dupont, Syngenta Chem China- köylülere maliyeti yüksek tohumları ve
kimyasalları satarak onları bağımlı kılan Zehirli Kartel yüzündendir. Tohumu
kimyasala oradan uluslararası ticarete oradan da abur cubur üretim süreçlerine
bağlayan dikey olarak entegre olmuş bu şirketler çiftçilerin üretiminin yüzde
doksan dokuzuna çökmektedir. Çiftçiler daha da yoksullaşıyor çünkü serbest
ticaret dampingleri, geçim kaynaklarının harab olmasını ve tarım fiyatlarının
depresyonunu destekliyor. Bunun da ötesinde küçük çiftçiler çevresel tahribat
yaratan katkı maddeleri, tarım ilaçları ve genetiğine müdahele edilmiş
tohumları kullanmadıkları için iri kıyım
endüstriyel çiftliklerden kesinlikle daha verimliler. Aksine küresel köylü
birliği, Via Campesina geleneksel tedarik yöntemlerine sadece çiftçileri daha
bağımsız kıldığı için değil aynı zamanda da küresel ısınmanın etkilerini
azalttığı için de arka çıkıyor.
Söylemeye
dahi hacet yok ki yüzde birin ekonomisi büyütmek aynı zamanda kesinlikle
Küresel Kuzeyin çalışan kesimlerince de etkileri hissedilen hayata kasteden bir
süreç. Filipinli STK İBON İnternational eril şiddetin kadını hem üretici
işçiler hem de doğurgan vücutlar olarak baskılamasının kapitalist kar üretimine
hizmet edeceğini ortaya koydu. İnsanlar dünyanın her yerinde yoksullaşıyor
çünkü yüzde bir hükümetlere eğitim, sağlık, ulaşım ve enerjide Dünya Banaksı ve
İMF’nin de tahkim ettiği kar odaklı özelleştirmeyi empoze ediyor. İşçiler,
çiftçiler, ev hanımları ve geniş anlamda doğa kapitalist ataerkil ekonomik
paradigma tarafından Kolonileştiriliyor. Küreselleşmenin kapitalist kalkınma
modeli iki türlü şiddeti bir araya getiriyor; antik ataerkil kültürlerin gücü
ve paranın modern neoliberal tahakkümü.

Kalkınma literatürü içinde biz neredeyiz? Nerede olmalıyız?
YanıtlaSil