KARDEŞİM- Öykü
"Tüm İyi Çocuklara…"
"Hakkı gerçek sevenlere
Cümle alem kardeş gelir. "
Gidiyorum dedi ve gerçekten gitti. Daha önce de gitmekten, buralardan çok sıkıldığından, yeni yerlerden bahseder dururdu. Ama ne hikmetse bir gün gerçekten gidebileceğine bir türlü inanmak istememiştim. Bir kere henüz gidemeyecek kadar küçük olduğunu düşünürdüm. Bırakıp gitmenin ancak büyüklerin yapabileceği bir şey olduğundan çok emindim. Ne bileyim en azından 18 yaşını doldurmalı, askerliğini yapmış olmalı, hukuken reşit olmalı gibi toplumsal zırvalarla doluydu kafamın içi. Bir tarafım böyledir benim. Her gittiğim yerde kuralları çok önemserim, en çok ben uyarım hep.
Çocukken de böyleydim. Mesela hiç komşunun ağacından meyve aşırmamışımdır. Kazara evde bardak, çanak, biblo kırılacak olsa, annem kim yaptı diye sıkıştırsa, önce azıcık kıvıracak olurdum, ardından doğru söyle diye gürlediğinde ikiletmeden hep o doğruyu bir yerlerden bulup çıkarır hemen önüne koyu verirdim. Babamdan ise Azrail’den korkar gibi korkardım. Akşam ezanından sonra beni dışarda görmenizin imkânı yok maçın en heyecanlı yerinde müezzinin “Allahü Ekber” nidasını duyar duymaz koşarak eve girerdim, takımları bozulan arkadaşların ardımdan sövmelerini duymazdan gelirdim. Okuldan bir kez dahi kaçmadığım gibi aklımın ucundan bile geçirmemişimdir. Ürkekliğimden aday olmadığım halde çoğu kez atanmış sınıf başkanı oluşum da bundandı, öğretmenlerin hep uslu, yakası kolalı, saçları sağdan ayrılıp özenle taranmış sağ kolu bendim. Sınıf arkadaşlarım uzaktan geldiğimi görünce birden suskunlaşır yüzlerinde tedirgin ve tedbirli bir ifade takınırlardı. Okulların kapanmasına yakın yazın ilk günlerinde sıcaklar bastırdığında sınıfın tüm haytaları okulu kırdığında en ön sırada öğretmenleri hep ben eğlendirirdim. Bana söylemeseler de boklu denizde yüzmeye gittiklerini çok iyi bilirdim. İçimden hepsi kolibasiliden hastalansınlar birkaç gün hastanede ateşler içinde yatsınlar, iğne serum yesinler diye geçirirdim, ama ölmesinler isterdim. Ölürlerse okulu kırmayarak aslında ne kadar doğru yaptığımı asla anlayamazlardı çünkü. Ben sadece hepsi benim gibi olsunlar isterdim. Andımız okunurken sıralarda ip gibi duran, yoklamalarda eksiksiz burdayım diyen, ödevlerini tam yapan, yıldızlı beşler, teşekkürnameler, takdirnameler alıp duran kalem gibi, çiçek gibi öğrenciler olsunlar isterdim.
Çoğu arkadaşım türlü bahaneler bulur veli toplantılarını babalarından gizlerdi oysa ben günlerce yalvarırdım babama, haftalar öncesinden her sabah hatırlatırdım, toplantı günü saatler evvelinden başına ekşirdim. Akşam toplantıdan eve dönecek babamı merakla beklerdim. Öğretmenlerin övgülerini, benden “ne kadar terbiyeli, düzenli, çalışkan, özverili, saygılı, düşünceli, paylaşımcı (evet paylaşımcı) bir çocuk yetiştirmişsiniz Necati bey vallahi helal olsun, bu zamanda böyle evlat” diye bahsettiklerini babamdan duyacak olmak düşüncesiyle içim içime sığmazdı. Oysa babam tüm senenin emeğini iki cümleyle geçiştirir ve saatlerce kardeşimin haylazlıklarından, sınıra dayanmış devamsızlıklarından, Türkçe, resim, beden ve müzik dışında hepsi zayıf olan karnesinden, dağınık kıyafetlerinden, aylarca kestirmediği saçlarından, tuvalette sigara içtiğinden küfürlü konuşmalarından, müdür yardımcısı Semra hanıma kafa tuttuğundan bahsederdi. Söz yine bana gelsin diye sabırla beklerdim, ama bir türlü gelmezdi.
O hep böyleydi. Ne yapar eder ilgiyi kendinde toplamayı başarırdı. Bayramda, seyranda aile toplantılarında lafı kendisine getirtip saatlerce ne olacak bu çocuğun hali diye tüm akrabanın dünyanın başka derdi yokmuş gibi onu konuşmasını sağlardı. Bizim kompozisyon yarışmasında birinciliğimiz, harçlıklarımızdan kıt kanaat biriktirip aldığımız gitarla bir ay içinde çaldığımız gesi bağları, bahçenin çerini çöpünü kimse demeden temizleyip bellememiz arada kaynar giderdi.
Çocukluğundan belliydi bunun ne olacağı. Daha 11 yaşında ada trenine kaçak binip kendisi gibi belanın önde gideni, mahallenin en zıpırı iki arkadaşı ile İstanbul’a kaçtı. Kendisinden haber alamayıp fellik fellik kasabanın tüm kuytularında, zulalarında onları arayıp, bulamayınca gece yarınlarında eşi dostu ayağa kaldırıp ertesi sabah mahalle karakolunda bekçi, kapı komşumuz Fahri abinin “durun, telaş etmeyin bir yerlerden çıkar O yine” demeleriyle de teskin olamayıp karakola gidip kayıp ihbarında bulunduk. Seninki süt dökmüş kedi gibi sabahın köründe tıpış tıpış kapıda göründüğü gün artık kesin olarak ikna olmuştum, bu çocukta şeytan tüyü vardı. Ben olsam, aynısının onda birini yapsam çamaşır ipi ile ayaklarımdan bahçedeki ağaca asacak babamın gıkı bile çıkmamıştı, annem de çocuk iki gündür aç perişan deyip tereyağlı yumurtalı, kaymaklı ballı kahvaltıyı beş dakikada hazır edip önüne koyunca anlamıştım bunu. Babamı akşam komşunun balkonunda “kerata koca İstanbul’da sen git Bayrampaşa’daki teyze oğlunu bul, ondan yol parası al sabah Esenler’ den ilk otobüse bin gel, pes vallahi” diye nerdeyse bizimkinden övgüyle bahsettiğini duyunca içimde bir şeyler tuz buz oldu. İnsanoğlunun nankör olduğuna 14 yaşımın aklıyla kesin kanaat getirdim.
Biz sınıfları takdirle geçelim, liseleri birincilikle kazanalım, şeref panolarına ayın öğrencisi diye fotolarımızı koyduralım, dersaneleri burslu kazanıp aileye bir kuruş yük olmadan okul okuyalım, ilk girişte memleketin en iyi üniversitesine girip dört yılda mezun olalım bizim hayta liseyi ite kaka bitirip üniversite sınavına bir hafta kala kalksın pılısını pırtısını toplayıp kimseye haber bile vermeden bakliyat gemisiyle önce Tunus’a oradan da Güney Afrika’ya kaçsın. Aradan bir ay geçince de telefonla arayıp merak etmeyin ben iyiyim, kendi başımın çaresine bakarım ben desin.
Şanslı hınzır orada da bulmuş babamın yakın arkadaşı Bayram abinin amcaoğlunu, adam lokanta mı ne açmış, karadeniz pidesi, kuymak, mıhlama derken tutunmuş oralarda, seninki onun yanında başlamış komi olarak. Daha dönmem burada iyiyim demiş anneme, yol parası ettiği anamın dişinden tırnağından arttırdığı iki burmayı da "helal et en kısa zamanda iki parmak enli bileziklerden beş tane alacağım sana söz" diyerek inandırmış bizim safı, "merak etme iki seneye kalmaz dükkânı üstüne yapar seni de aldırır oraya" dedim anneme. İçli içli baktı, alındı zahir.
KPSS kursuna yazıldım, bir yandan da İngilizceye başladım, günde sekiz saat çalışmalı program yaptım kendime, haftada bir paket sigara, öğle yemeği bir de yol parası masrafım var. Burslardan birikeni 3 ay yettiririm bir yere yerleşip düzenli maaşa geçince rahatlarım. Bu arada bizimki mesaj atmış, lokanta işinden sonra araba alıp satmaya başlamış “abi durumum iyi, sınavları kazanamazsan kafana takma, seni de aldırırım buraya omuz omuza verir iki seneye galeri açarız diyor”.
İnanırım yapar vallahi.

Güzel bir hikaye, tebrikler.
YanıtlaSil