Ana içeriğe atla

 


TÜZÜK (ÖYKÜ)

Ser-mâyemüz bir cânıdı anı dahı aldı bu ‘ışk
Ne ser-mâye var ne dükkân bâzâra neye varayın
Kurulmış dükkân u bâzâr dost içine girmiş gezer

Günâhum çok gönlüm sizer ben dosta çok yalvarayın

“Kampanya yok mu kampanya yağlarda” diye neşeyle gürleyerek markete girdi. Ellerini belinin azıcık altında tam poposunun üzerinde zorlukla kavuşturmuştu, yine de her zamanki gibi kuyruğu dik tutuyordu. Oklava yutmuş gibi bir yürüyüşle etrafı denetleyen bakışlarla kolaçan etti. Saçlar alından tepeye doğru iyice seyrelmiş kalanları da muntazam çizgiler halinde ıslatılarak taranmıştı. Altın sarısı iri gözlüklerin çerçevesi Özal dönemi bürokratlarını hatırlatıyordu, keskin olmayan hatlarla kıvrılan dört köşeli gözlükler sadece daha iyi görmeye yaramıyordu aynı zamanda bir otorite ve üslup aksesuarıydı. Mesela üzerinden dik dik baktığında bakılan yere komut veren, ortamdaki dikkati bakışların hattı üzerinde toplayan, laubali dağınıklığı taş gibi sert yek pare bir ciddiyete dönüştüren bir etkisi vardı. Boyuna ve kilosuna rağmen babacan duruşunda ve atik yürüyüşünde bir Hasan Cemal Gazel çevikliği kolayca fark ediliyordu.

İsmi lazım değil Bakanlığı idari işler müdürlüğünden emekli Saffet Hayri Üsküplü Bey 65 yaşı doldurup yaş haddinden emekli olalı 10 yıl olmuştu neredeyse lakin hafta sonları dahi kravat bağlamayı yakın zamana kadar sürdürmüştü. Dedeler 1. Cihan harbinin ardından Üsküp’ten göç etmişti. Üsküplü olduğunu duyunca sırf hemşerisi olduğu için kitaplarından bir iki tane alıp okuduğu Yahya Kemal’in memleketindenim derdi hafif kurumla. En son geçirdiği kalp spazmı ile doktoru acil kilo vermesini, günde en az 10 bin adım yürümesini ve kan dolaşımını rahatlatan biraz daha geniş kıyafetlere alışmasını telkin edince kızların da baskısı ile istemeye istemeye kendi tabiriyle “bazı prensiplerinden feragat etmek” durumunda kalmıştı.

Balık baştan kokar diyordu her gördüğüne, biz de prensipleri gevşetirsek arkadan gelenler hepten koyverir diye ekliyordu.  Emekliliğin son gününe kadar mesaiye eksiksiz devam etmişti, bizden sonra buraların hali harap deyip duruyordu. Devlet dediğin kural ve kaidelerle işler, her şeyin bir usulü adabı olur diye tekrarlıyordu. Genç memurlarla kafası pek hoş değildi. Cıvık bunlar, bunlar da devlet adamı olacak da göreceğiz deyip kendi memuriyetinin ilk günlerinden hatıralar anlatmaya başlıyordu. Her sabah kurşun kalemlerinin ucunu aynı törenle sivrilten günde iki kere çay ve bir kere kahveyi ama mutlaka aynı saatte içen, mesai saatinden bir dakika önce odasından ayrılmayan, öğle yemeklerini sonradan ağırlık yapar diye sefertasları ile evden getirdiği zeytinyağlılarla geçiştiren, jilet gibi ütülü pantolonları, her gün cilalanmış makosenleri, sinekkaydı tıraşları ile 40 yıl öncenin memur melekler topluluğunu özlüyordu.

Markettekiler artık Hayri beyin huyunu suyunu ezberlemişti. Kapıdan girerken gördükleri anda bütün işi gücü bırakıp baş selamını eksik etmezlerdi. Hepsi de içten içe seviyordu Hayri beyi, muzip kasiyer Fuat marketteki odacısı rolünü istekle oynuyordu. Kapıda karşılar, bir adım arkasından sağ tarafından hızlı hızlı yürür, önce günlük notları ve randevuları aktaran sekreteri gibi indirimler ve kampanyalar hakkında bilgilendirir her gün nereden bulursa bulur buluşturur Hayri beyi keyiflendirecek birkaç şey söyler ardından alışveriş boyunca işi gücü bırakır eşlik eder, arabasını kasaya kadar iterdi. Son torundan sonra Hayri beyin katılıklarından neredeyse eser kalmamıştı, istediği zaman bayağı sevimli bir adam olabiliyordu. Hanımın isteklerini inci gibi yazısı ile adet, tane, kilo ve marka olarak listelediği kâğıdı gömlek cebinden çıkarıp gözlüğün üst tarafından okumaya başladı; Osmancık pirinci, ince bulgur köftelik, domates biber karışık salça birer kiloluk iki adet, zeytin yağı sızma beş litre, rulo kağıt havlu 12’li üç kat olanlardan, Hayri bey hesap etmişti haftada üç adetten bir ay gidiyordu. Dolmalık biber, patlıcan, az tuzlu sele zeytini, yarım kiloluk ezine peyniri inek koyun karışık liste uzayıp gidiyordu. Hayri Bey her ay maaşını alınca aylık mutfak alışverişini hep aynı marketten yapıyordu. Listesini bir gece öncesinden hazırlar, sabahın ilk saatlerinde henüz kalabalık değilken markete gelirdi. Geri kalan günlerde günlük yürüyüşünü hep aynı tempoda tamamlar gazetesini ve iki ekmeğini alır kahvaltı için evin yolunu tutardı.

Emeklilikten sonra canı çok sıkıldı Hayri beyin, daireden bir kısım ahbabı dükkân açtı ticarete girdi, aldı sattı, Hayri bey hiç bulaşmadı o işlere. Memurdan esnaf olmaz deyip duruyordu. Dernek vakıf işlerinden çağırdılar Hayri beyi, bir süre gitti geldi, yönetim kurulları, bitmez tükenmez küçük hesaplar kitaplar, o işlerden de haz etmedi. Bizim memlekette dernekçilik isteme işi, biz alışmışız hep veren el olmaya, almayı beceremeyiz deyip o işlerden de uzaklaştı. En çok apartman yöneticiliğinde tutundu. İki sene sonra bu millete yaranmaz deyip ilk genel kurulda istifa ediverdi. Çöpü topla, bahçeyi sula, faturaları öde, kaloriferlerin, asansörlerin rutin bakımları, kapıcısı, güvenliği, çimleri zamanında biçelim, ağaçların bakımı budaması daha onlarca ufak tefek iş bunaltmadı Hayri beyi lakin aidatları aylarca ödemeyip, elini taşın altına bir kez olsun sokmayıp her toplantıda en öne oturup konuşup duran emekli tayfa ve borç takıp gece yarısı kaçıveren kiracılar canından bezdirdi. İşin aslı tüm bunlar kalp spazmı geçirdiği günlere denk geldi, Hayri bey, yılların bürokratı yorulmuştu.

Aylık market alışverişi bu rutini ayda bir kez de olsa değiştiren heyecanlı bir işti. O yüzden acele etmez tek tek ürünleri inceleyerek, ürün etiketlerini, içeriklerini satır satır okuyarak, fiyatlarını mukayese ederek arada eskiden şu mercimekten gelirdi artık gelmiyor mu ya da Tirebolu 42 nolu çay- Hayri bey katiyen başka çay içmez- bitmiş ne zaman yenisi gelir gibi sorularla alışverişi kendisi için bir bakanlık teftişine dönüştürürdü. Bir an emeklilik günlerini unutur bakanlığa ürün tedarik eder gibi kılı kırk yarmaya başlardı. Allah var 40 yılı aşkın memuriyetinde Hayri Bey devletin tek kuruşunu çarçur etmemişti bununla iftihar eder ara ara kendisiyle övünürdü.

Markette nakit ödeme yapan nadir müşterilerden biriydi. Kredi kartına alışamamıştı, para cebimden çıkacak, ellerimle sayarak vereceğim ki kıymeti olsun derdi. Faturayı tek tek kontrol eder tam yetecek kadar poşet isterdi. Çok şükür çark dönüyordu. Hanımla birlikte emekli maaşları ucu ucuna da olsa yetiyor hatta arada çocuklara da destek olabiliyordu. Kızlardan biri eczacı biri öğretmen oğlansa kendisi gibi memurdu. Kızların durumu iyiydi, oğlana arada bir destek olmak icab ediyordu. Gelin biraz daha tutumlu olsa gemiyi yürüteceklerdi lakin devir tüketim devri, gençler birbirinden görüp oyum da olsun buyum da olsun, benim neyim eksik, dünyaya bir daha mı geleceğiz, gençken yiyip içip gezeceksin diye diye açıldıkça açılıyorlardı. Allah’tan emekli ikramiyeleriyle aldıkları daireyi oğlana verdiler bir de kira ödese hepten işi zordu garibin, zaten sessiz sakin, süklüm püklüm bir oğlandı küçüklüğünden beri, bereket versin gelin göz açık, cevvaldi, çekip çeviriyordu bizimkini.

Zeytinyağında iyi indirim vardı, iki teneke aldı, o yüzden yükü ağırdı. “Sen taşıyabildiğini al gerisini biz göndeririz eve Hayri Bey” dedi Fuat. Geri kalan öteberiyi çantalara koydu, marketten çıkarken gözü makam arabasını aradı bir an, son zamanlarda zihni böyle gidip geliyordu.  Sonra özellikle siyah tercih ettiği pazar arabasına poşetleri yerleştirdi ağır ağır evin yolunu tuttu. Çocuklar tatilde, torunlar da yok, pek tenhaydı ev bugün, hanımla balkonda iki bardak çay içip bulmacasını çözecekti. Soldan sağa beş harf ikinci harfi ü, üçüncü harfi z; “eskiden kanunların uygulanmasını göstermek için bakanlar kurulunca çıkarılan düzenleyici işlem.” Hayri Bey heyecanla yazdı “Tüzük” diye, içi bir görevi daha tamamlamanın huzuru ile dopdoluydu.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YETERSİZ BAKİYE (ÖYKÜ)

Abi yetersiz bakiye diyor. Karşı taraf "ne diyor" diye sormuş olmalı telefonda. Yetersiz bakiye diyor abi. Sen ödedin değil mi geçen ayın borcunu. Abi ödedin de niye yetersiz diyor bu Allah aşkına. Sıradaki orta yaşlı hanım sabırsız. Bukleli saçlarına üfürüyor sıkıntıdan. Püf diyor. Bukle havalanıyor. Ablanın aceleden ziyade tahammülü yok gibi. Göz göze geliyorlar. Gözünü oyar adamın abla alimallah. Elinde kedi maması gözüne çarpıyor. Celal sırıtıyor en masum haliyle, abla kusura bakma hemen halledeceğim diyor. Celal'in rengi ruhsarı solmuş beti benzi atmış, alı al moru mor. Yer yarılsa içine girse. Dokunsan ağlayacak. Sinirden değil mahcubiyetten. İsmi Celal kendi pamuk. Kızdığını gören olmamıştır. Sinirleri alınmış mübarek. Hafif yanaklı, bembeyaz surat. Utanınca vücudunun bütün kanı yanaklara doluyor sanki. Bildiğin beş yaşında oğlan çocuğu. Oldu bitti utangaç Celal. Sosyal mobik mi fobik mi ondan işte. Komşunun kızı Yasemin öyle diyor. Yasemin fingirdeğin önde gideni...
Latin Amerikalı Kalkınma Eleştirileri Modern Dünya Sistemi’nin en önemli çevre unsurlarından biri olarak Latin Amerika’dan hakim kalkınma paradigmasına yönelik eleştiriler esaslı bir yekûn tutuyor. Şilili Manfred Max Neef’in, Meksikalı Gustava Esteva’nın, Kolombiyalı Arturo Escobar’ın ve makaleyi de kaleme alan Arjantinli Maristella Svampa’nın katkılarıyla ilerleyen bu eleştirel literatür hakkında bilgilendirici bir makale. Umarım faydalı olur.   Latin Amerikalı Kalkınma Eleştirileri Latin Amerika’da hakim kalkınma nosyonuna yönelik eleştirel yaklaşımlar Roma Kulübü’nün [1] 1972’de yayımladığı “Büyümenin Sınırları” raporuna kadar gider. Bu eleştiriler sürdürülebilir kalkınmadan emtia öncülerinin yayılmasına kadar uzanan geniş bir yelpazede çağdaş bir içeriğe sahiptir. Latin Amerika düşüncesindeki üç kilit meseleyi şöyle sıralayabiliriz:   1.       Tüketim toplumu eleştirisi (70-80 ler) 2.       Post kalkınmacı eleştiriler (90’...
  Han'ı irfanla okumak... Byung Chul Han çağdaş bir düşünür, 1959 doğumlu. Güney Kore asıllı, metalürji okuduktan sonra Almanya’ya göç etmiş. Berlin Üniversitesi’nde Kültür teorisi, sanat, estetik dersleri veren bir profesör. Bugünlerde “Güzeli Kurtarmak” isimli hacim olarak ince ama derinliği olan kitabını lezzetli bir tercüme ile azar azar okuyorum. Han’ın kitabını Mustafa Tatcı hocamdan yıllardır şerhlerini dinlediğim Yunus Emre ve Niyazi Mısri’nin zihnimde biriken nutukları ile birlikte okuduğumu farkettim. Böylesi çağdaş düşünürleri tanıdıkça bizim irfani geleneğimizi dünya dillerine açmanın önemine bir kez daha ikna oluyorum. Öyle sanıyorum ki çağdaş filozoflar büyük bir emek çektikten sonra bizim irfani geleneğimizin ancak kıyılarına varabilecekler ve 21. Asır bu irfanın küresel kültüre daha çok mal olduğu, daha çok anlaşıldığı bir zaman dilimi olacak. Üzülerek söylüyorum ama bu kaynağa bir kez ulaştıklarında da bizim yakın tarihimizin mahalle kavgalarından, kendi tarihi ve...