Çevreci Etik ve İslam İnancı
Yeryüzündeki
tüm hayvanların ve uçan kuşların da insan gibi bir kavim olduğunu söyler Kur’an-ı
Kerim. Küresel çevre sorunlarını ele alırken güçlü ve kuşatıcı bir etik zemine ihtiyaç
olduğu aşikâr. Yeryüzündeki tüm kültürel ve dini birikimlerden bu etiği
oluştururken faydalanmalı. Her ne kadar İslam dünyası bu sorunların çoğu zaman
faili değil mağduru olmuş olsa da İslam dininin çevreci bir etiğe dair
önerileri çok güçlü. Hayatın tüm alanlarında bir dengeyi ve mutedil olmayı
öğütleyen Tevhid inancı insana yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün
korunmasından ve tekâmülünden mesul olmak gibi temel bir ibadet yükümlülüğü
getiriyor. Diğer canlılara, doğaya, kültürlere, dillere, inançlara karşı
saygıyı önemseyen İslam inancı toplumsal adalete de önemli bir yer veriyor.
Çileci
ve öte dünyacı olmayan İslam inancı adaletin kozmolojisini kuruyor. Her şeyi
içine alan hayatın her alanını kuşatan bu derinliği ararken yazar Nawal Ammar “haya”
kelimesinin yaygın anlamının genişletilmesini öneriyor. Sadece cinslerarası
ilişkilerde bir çekinme ve utanma anlamının ötesinde insanın varlığın bütününe
karşı haddini bilmesi, evrenin dengesini gözeterek tüm haklara riayet etmesi
gibi geniş anlamıyla haya çevreci ve toplumsal adaletçi bir etiğin kurulmasında
önemli.
Dünya
üzerinde 80 dil konuşan 1.5 milyarı aşkın Müslüman pek tabi İslam’ın tek sesli bir
yorumunu takip etmiyor. İslam'ın birbirinden farklı yorum ve temsilleri ile karşı karşıyayız. Farklı coğrafyalarda ve kültürler
içinde gelişen inanç ülkelerin demografisini, ekonomik gelişmişlik düzeyini, toplumsal
ihtiyaçların tatmin ve eğitim durumunu yansıtıyor çoğu zaman. Petrol ve doğal kaynakların
merkezinde bulunan İslam coğrafyası geçtiğimiz yüzyıllarda savaşlar ve
müdahalelerin de yedeğinde kendi temel kaynaklarından beslenen güçlü bir
toplumsal etik kurmakta zorlandı. 21. Yüzyıl İslam toplumlarının varlığın
hakkını teslim eden bir ahlaki anlayışı inşa edeceği, çevre sorunları ve diğer
küresel sorunlara esaslı cevaplar üreteceği bir yüzyıl olması dileğiyle, makale
umarım faydalı olur.
İslami Etik
Akademisyenler
Melek Cebrail vasıtasıyla Hazreti Peygambere aktarılmış Tanrı kelamı olan Kur’an’ın
İslam’ın ana kaynağı olduğu konusunda mutabıktır. Yine peygamber efendimizin gelenekleri ya da
sünneti ve O’na atfedilen sözler de bu kaynakların başında gelir. Gündelik hayatı
düzenleyen Fıkıh hukuku ve mezhepler olarak ifade edilen hukuk okulları da bu
kaynaklara dahildir. Kur’an Allah’ın doğanın düzenini nasıl yarattığına dair en
yetkili birincil öğretiyi oluşturur. Tevhid ve Allah’ın birliği inancı Allah’ın
bir yaratığı olarak doğaya, hayvanlara, insanlara ve diğer yaşam formlarına da
bir saygı atfeder ve kutsal olanın dışında görmez.
Allah’ın
tüm mahlûkatı bağımsızdır fakat sadece O’na bağlıdır. İnsan Allah tarafından
yeryüzünün muhafızı olarak seçilmiştir. Üstün olduğu için değildir bu, bu biraz
da bir imtihan vesilesidir. İnsan yeryüzünde halifedir, yeryüzünün hizmetkârıdır
fakat asla sahibi değildir. Faruki insanın kaderi olan bu muhafızlık görevinin insana
karşı kutsal bir güven, bir emanet olarak insanoğlunun yeryüzündeki ahlaki
kapasitesini düzenlediğini söyler. Müslümanların nihai ibadeti aslında
yeryüzünü imar ve tekamül ettiremiyorlarsa dahi en azından tahrip etmeden bir
sonraki nesillere aktarılmasının sağlanmasıdır. İnsanoğlu ekolojik topluluğun
bir parçasıdır ve tüm varlık aslında aynı unsurdan zuhur etmiştir; su. En’am
suresi 38. Ayette “Yeryüzündeki hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi
sizin gibi kavimlerdir” der. Kur’an’daki ekolojik adalet yeryüzünün nimetlerini
makul ve dengeli bir şekilde kullanmayı ifade eder, aynı zamanda da kötülüğü
men edip hayrı iyiliği emretmeyi.
Hak,
İslam’ın yeryüzünü kullanmaya, korumaya dair insani ikileme bir çözüm olarak
adaletin kozmolojisi denilen bir anlayışı ilan eder. Kuran hiçbir konuyu dışarıda
bırakmaz. Engellilere saygı, yetimin hakkını tamamıyla vermek, yoksulu
doyurmak, dürüst ticaret ve alışverişte bulunmayı, adil davranışı, tefecilikten
kaçınmayı, zekat yoluyla dağıtıcı bir adaleti, adil yöneticiliği ve toplumsal
farklılıklara saygı göstermeyi emreder, hırs ve mal sevgisini hoş görmez. Bu evrensel
adalet anlayışı ile insan yeryüzündeki kaderini yeryüzünün bekçisi olarak
gerçekleştirir.
İslam
maddi olanın karşısına manevi olanı ya da tam tersini yerleştirmez. Bu iki
alanı uyum içinde düzenler. Dünyevi olandan tamamen el etek çekmeyi söyleyen çileci
bir din olmadığı gibi insani ihtiyaçların ve zevklerin tatmini hususunda teşvik
eder. “servet ve çocukların bu dünya hayatının süsü” olduğunu söyler. Sosyal bakışında
ise bireyci olmaktan çok daha toplulukçu olduğu görülür. Allah’ın ahdini yerine
getirmenin ve itaat etmenin ahlaki boyutunda Müslümanların denge ilkesine bağlı
kalması beklenir. Cennet bahçelerine ulaşmanın teolojik yolu budur, her şeyde mutedil
olmak.
Eğer
Yahudiliği katı kurallarla, Hristiyanlığı sevgi ve Budizmi şiddet karşıtı bir
pasifizm paradigması ile tanımlayacaksak Al İdrisi gibi İslam alimleri İslam’ın
etik paradigmasını Tanrının niteliği olarak insaf ve merhamet üzerinde
tanımlar. Buna rağmen dünya ekonomisinin petrole bu denli bağlı olması Ortadoğu
toplumlarını moral olarak bozmuştur: Seçkinler ve altta kalanlar arasındaki
çarpıcı fark, hem petrol üretiminin hem de savaşların tahrip ettiği su, toprak
ve insan bedenleri, kadınların haklarından yoksun kalarak değersizleşmesi,
gündelik hayatı tehdit eden terör eylemleri İslam toplumlarının asli etiğini
yansıtmaktan uzaktır. Kuran farklılıklara, gayrı Müslimlere dahi saygıdan
bahsetse de çevrenin korunmasını bir ibadet yükümlülüğü olarak görse de birçok
Müslüman topluluk liderinin bu ilkeleri takip etmekte başarılı olamadığı
gözlenmektedir.
Tarihsel
nedenlerle İslami kimlik kırılgan bir hale gelmiştir. Çağdaş dünyada Avustralya’dan
Grönland’a kadar uzanan coğrafyada 80’den fazla dili konuşan 1.5 milyar Müslüman
nüfus yaşamaktadır. Bu Müslüman toplumların birçoğu kendisini post kolonyal
küreselleşmenin, modernist kalkınmanın, ırkçılığın ve ötekileştirmenin madun
tarafında bulmaktadır. İslam’ın tek sesli monolitik bir anlamı ve temsili
yoktur. Bu özellikle toplumsal imkânlar ve eğitim konularında mahrumiyetlerin
olduğu coğrafyalar için akılda tutulmalıdır. İslami pratiklerin çoğunlukla derin
bir düşünce ve farkındalık değil adet üzere tekrarlanan ritüeller üzerine
kurulu olduğu görülür. Bazı Müslümanlar arasında “insan yeryüzünde ebedi
kaderini ifa etmekte başarısız olsa dahi bu Tanrı’nın iradesinin yansımasından
başka bir şey değildir” tarzında bir anlayış hakimdir.
Oysaki
birçok Kur’an ayeti ve Peygamber efendimizin uygulaması Müslümanlara insan ve
diğer canlılara karşı iyi işlerin bilinçli aktörleri olmayı emreder. Tefecilik ve
riba bu yüzden yasaktır, ideal vergilendirme sistemi ya da zekat ödeme gücüne
bağlı olan dağıtıcı bir adaleti öngörür. Arapça Hay’a sözcüğü oldukça ilerici
bir muhtevası olan İslami bir nosyon olarak doğadan faydalanırken ve diğer
insanlarla ilişki halinde insan onuruna ve çevreye saygı ve ihtimam gösteren
bir yaklaşıma işaret eder. Haya kelimesinin inançlar arası ve sosyal hareketler
arasında iletişimi önemseyen aktivistler için ekolojik-manevi bir potansiyeli
vardır. Kur’an ve Hadislerde hay’a İslam’ın
bir çok lokal yorumunda görünmez kılınan kadına karşı saygıyı vurgular. Bu cinsiyet
adaleti vurgusu çevreci bir adalette ve insana dair sorunların olduğu her yer de
yankısını bulur.

Yorumlar
Yorum Gönder