Çevreci düşünce antroposen çağının vicdan azabı. Sanayi çağından bu yana büyümenin ve refahın bedelini herkes eşit bir biçimde ödemiyor. Fakat galiba en ağır bedeli tabiatın, yeryüzünün kendisi ödüyor. Çok sessiz sedasız görünse de zaman içinde kendi diliyle insanoğluna şiddetli uyarılarda bulunuyor. İklim değişikliği, eriyen buzullar, azalan ormanlar, delinen ozon tabakası, kirlenen denizler, yok olan türler, orman yangınları, sel felaketleri, kuraklıklar, çölleşme, kasırgalar ve daha nicesi bu yazısız sözsüz fakat can yakıcı uyarıların en görünen hali. Günümüzde çevreci düşünce temelde iki hat üzerinde ilerliyor. İnsan merkezli ve yeryüzü merkezli. Antroposentrik ve biosentrik. Derin ekoloji düşüncesi insan merkezli bir çevreci bilincin yeterince etkin olmadığını ve insanı yeryüzünün efendisi olarak gören ve diğer varlıklardan ayıran bir anlayış yerine 4 milyon yıllık tarihinde insanın da yeryüzündeki canlı cansız herşeyle akraba olduğu bir anlayışı savunuyor.Bir dağ gibi düşünmeden, deniz gibi hissetmeden, orman gibi nefes almadan çevre sorunlarına karşı etkin bir bilincin de gelişemeyeceğini söylüyor. Her ne kadar farklı bir dünya görüşü içinden şekillense de “Derin Ekoloji” düşüncesi bizim irfani geleneğimizin içinden kolaylıkla anlaşılabilecek önermeler taşıyor. Sarı çiçekle konuşan, aslını soran, dağlar ile taşlar ile seherlerde kuşlar ile birlikte anan, çağıran bir dil aslında derin ekolojinin de ulaşması gereken bir derinlikten konuşuyor.
Derin Ekoloji
Derin
ekoloji antroposentrizme ya da insan ırkçılığına karşı esaslı bir itiraz.
İnsanın tüm yaratıkların efendisi, bütün değerlerin yegane kaynağı olduğu düşüncesi
hakim küresel kültüre ve bilince aslında derinden içkin. Biz insanlar olarak kendini
sürekli üreten antroposentrik katmanlarımızı araştırmaya ve görmeye yönelirsek
en derinlerde yaşanan bir bilinç değişimini de gerçekleştirmiş oluruz. İçinde
bulunduğumuz yabancılaşma azalır. İnsanoğlu evrenden ayrı onun dışında bir
yabancı olmaktan çıkar. İnsanlık olarak kendimizi varlığın nihai ve yegane
ereği olarak görmeyi ve evrimin sadece bu aşaması ile tanımlamayı bıraktığımız
anda ancak o zaman kendimizle bir memeli, omurgalı yağmur ormanlarında yakın
zamanda zuhur etmiş bir tür olarak ilişki kurmaya başlayabiliriz. Evrenin
tarihine dair hafıza kaybının sisi birazcık dağıldığında diğer canlı türleri
ile aramızdaki ilişkinin yönü ve onlarla ahdimiz de değişmeye başlar. Bu
söylediklerimi salt entelektüel şeyler olarak anlamamalı. Akıl bu özetlenen
sürece sadece bir başlangıç noktası oluşturabilir.
Bazıları
için bakış açısında yaşanan bu değişim yeryüzü anamızın adına
gerçekleştirdiğimiz eylemleri izler. “Yağmur ormanlarını koruyorum” ifadesi
zamanla “kendi kendimi koruyan yağmur ormanlarının bir parçasıyım.” ibaresine
dönüşür. Bu düşünce çok yakın zamanlarda gündeme gelmeye başladı. Binlerce
yıllık hayali ayrılık artık sona eriyor ve biz gerçek doğamızı hatırlamaya
başlıyoruz. Bu manevi bir dönüşümdür de. Aldo Leopold’den ödünç alarak
söylersek “kendini bir dağ gibi düşünme”…Bu bilinç dönüşümüne bazan derin
ekoloji deniliyor.
Derin
hafızamız harekete geçtikçe evrimin ve ekolojinin etkileri içselleştirildikçe
ve tüm bunlar zihinlerimizde modası geçmiş insan merkezli yapıların yerini
aldıkça bunun hayatın bütünü ile ilgili sonuçları da oluyor. Şunu da anlıyoruz
ki canlı ve cansız varlıklar arasında ayrım yapmak da bir insan icadı. Organik
yaşam 4 milyon yıl önce ortaya çıkmadan evvel vücudumuzdaki her bir atom zaten
vardı. İnsanlığın lavlarda, minerallerde, taş ve kayalarda geçen çocukluk
evresini hatırlamalı. Kayalar potansiyel olarak içlerinde tüm bu malzemeyi
barındırıyor. Aslında biz dans eden, harekete geçen kayalardan ibaretiz desek
yeridir. O halde kayalara, bizi doğuran yeryüzüne bu kadar üstenci bir eda ile
bakmamız neden? Onlar bizim ölümsüz parçalarımız değil mi?
Eğer böylesi bir içsel yolculuğa çıkarsak oradan günümüz için üzerinde mutabık kaldığımız bir gerçeğe ulaşabiliriz. Bu deneyimle çevre adına gerçekleştirdiğimiz eylemleri saflaştırabilir ve güçlendirebiliriz. Burada varlığımızın güvelerin, pasların, nükleer soykırımın, yağmur ormanlarının gen havuzlarının tahrip edilmesinin yozlaştırmadığı bir seviyesini bulabiliriz. Dünyayı koruma adanmışlığımız bu yeni bakış açısı ile azalmıyor, motivasyonumuzun birer parçası olan korku ve endişe dağılmaya ve onun yerini belirgin bir tarafsızlık almaya başladı. Hayat tek değerli olan şey fakat tarafsız ve daha az bağımlı bir zihin belki bu süreçte daha etkili olabilir.
Günümüze
ulaşmak talihine ulaşan türlerin bu güne kadar evrende varolan canlı türlerinin
toplamının binde birinden daha az olduğu tahmin ediliyor. Geri kalanların türü
tükendi ve kaybolup gitti. Çevre değişirken değişime uyum sağlayamayan,
evrilemeyen, değişemeyen türler yok oluyor. Bu tüm evrimin işleyişi aslında.
Atalarımızdan oksijen açlığı çeken bir balık karaları ele geçirmeye başladı.
Yok olma tehdidi tüm canlı formlarını oluşturan, şekillendiren büyük çömlekçinin
maharetli eli. İnsanoğlu iklim değişikliği ve diğer çevresel felaketlerin yakın
zamanda türünü tüketmekle tehdit ettiği milyonlarca türden biri. 12 bin yıllık
insanoğlunun yazılı tarihi savaşçı, açgözlü, cahil alışkanlıklarımızı öyle
kolay kolay terkedebileceğimize dair çok fazla ümit vermese de yine de çok daha
uzun fosil tarihi bir şekilde değişebileceğimizi söylüyor. Biz balıklarız ve
evrim tarihine dair çalışmaların söylediği gibi ölüme ve yok olmaya meydan
okuyan binlerce yeteneğimiz var. Son dönemdeki “insanlık” tarihimize rağmen bir
miktar kendi kendimize güvenmemiz hiç de yersiz değil. Bu bakış açısından yok
olma tehdidi aslında değişmeyi ve evrilmeyi davet ediyor. Bir molanın ardından büyük
çömlekçi bizi tekrar tezgaha koymaya hazırlanıyor. İhtiyacımız olan değişimse
önce bilincimizden başlayacak.
Derin
ekoloji geçerliliği olan bir bilincin peşinde. Bilinçte kesinlikle herşeyin
tabi olduğu yasaya tabi, herşey nasıl değişiyor ve dönüşüyorsa o da öylece
değişecek. Çevresel etkilerin baskısı altında şekillenerek günümüze ulaşan
atalarımızın bilinci bugün de yeniden kendini aşmak durumunda. Güncel çevresel
baskıların altında hayatta kalabilmek için evrimsel ve ekolojik geçmişimizi
bilinçli bir şekilde hatırlamak zorundayız. Kendimizi bir dağın yerine koyarak
bir dağ gibi düşünmeyi öğrenmek zorundayız. Yeni bir bilince evrilmeye
kendimizi yeterince açmazsak yaklaşan sonla- nihai çevresel baskı olarak
türümüzün tükenmesi tehlikesi ile- bütün ağırlığıyla yüzleşmek zorunda
kalacağız, kendimizi hastalığın en korkunç bir teşhisinin içinde bulacağız. Bu
gerçekten kaçan, gaflet ve meşguliyetler içinde insanoğlunun bu çaresizliğini
görmezden gelen bazılarımızın 4 milyon yıllık bir ırkın yok olmayla karşı
karşıya olduğunu, organik hayatının kıldan ince bir sırattan geçmek üzere
olduğunu görmesi anlamına geliyor. Biosentrik bir bakış açısı yani kayaların
dans ettiğini ve köklerimizin 4 milyonluk bir tarihin içine gömülü olduğunu
kabul etmek bize büyük çaresizliğimizle yüzleşme cesareti verecek ve daha işe
yarar, sürdürülebilir, yaşamla uyumu tekrar yakalamış bir bilince yönelmemizi
sağlayacak.
Yorumlar
Yorum Gönder