Ana içeriğe atla

Malum Olur Abdala Kastamonulu Bir Meczup: Eşref




Kitaplığın iki kanatlı cam çerçeveli kapağını açtım. Geceden beri aradığım kitabın ismi kafamda dönüp duruyor. Geniş kütüphanede nerden bulacağımı düşünürken tam karşımda. Karıştırırken hemen yanı başındaki kitap dikkatimi çekiyor. Huyum böyle. Daldan dala, kitaptan kitaba gezer dururum. Gece boyunca aradığımı kenara koydum yüzü bana dönük kırmızı kaplı incecik küçük boy bir kitapçığın sayfalarına kapıldım gittim: “Bir Deli Veli Eşref”.

Eşref Kastamonu’nun bir döneminin meşhur meczubu. Bir iki fotoğrafı var. Siyah beyaz. Eşref elinde bastonu, başında takkesi, omzunda atkı gibi, şal gibi ince bir örtü, masum bakışlı, sanki içe, öteye bakıyor gibi, yanında gençten biri uzunca. Diğer fotoğrafında Eşref İmam olmuş. Cübbesi sarığı kalın siyah çerçeveli gözlükler. O fotoğrafı bir süre ahbab olduğu esnafın dükkanına astırmış, gelip gidip bakarken imamlık da bana yakıştı dermiş. Son resim de Eşref’in kabri; İnebolu yolunda Hacortu köyü, Meşeli Türbe mezarlığında, bu küçük kitabın geliri ve esnafın yardımı ile onarılmış. Havalar ısınınca gidip görmeli.

Delilik güzel, tatlı bir hal olmalı. Bir tahta kırık ya da eksik. Sorgu sual yok. Oh mis. Kayıtsız, kaygısız, aklı yormadan. Çocuk gibi, bebek gibi, sabah yediğini unut, borç harç, kredi kartı, taksit telaşı yok. Maaş, ikramiye beklentin yok. Hava cıva, gösteriş yok. Yaz kış mevsim derdi, pantol takıma uydu mu, ayakkabı mı kundura mı bot mu… Uydur gitsin. Üç de bir üç bin de. Güzel de bir çirkin de, Vali de bir deli de… Yürek kuş gibi, buldun mu ye, bulamazsan kuru ekmeği suya bandır, taşı yastık yap uyu, bebekler gibi.

Biz modernler de akıl çok. O yüzden derdimiz bitmiyor. Hep iki arada bir derede. Hem oyum olsun hem de buyum, ama aynı zamanda şu da olmasın ikilemleri, dramları, trajedileri.

Baktığımızı görmeyiz, gördüğümüzü bilmeyiz. Bildiğimizi seçemeyiz. Hem özgür olayım, dere tepe gezeyim hem sabit bir işim, düzenli maaşım olsun, hem evleneyim çocuk yapayım hem deliksiz gece uykularım olsun, hem fit görüneyim hem bulduğumu, canımın çektiğini mideye indireyim, hem kariyerlerim olsun ama hemen olsunlar hem “kim yapacak bunca işi şimdi” rahatlıkları. İmkansız aşklar, istekler, bitmeyen arzular içinde vermeden almalar, almayınca karalar bağlayarak geçen zamanlar.

Delilerin öyle mi ya. Karnı tok, sırtı pek, yürek altın, vicdan desen tüy gibi. Gülenle güler, ağlayanla ağlar. Hal böyleyken Allah’ın bu zararsız kulları ile uğraşan hadsizler de çok olur. Geleneğimiz her ne kadar deli ile veli arasında ince bir çizgi var, incitme garibi dese de cahil, nadan rahat durmaz. Lakin milletimiz sever deliyi. Batının tarihi deliliği kovmakla, kapatmakla, görünmez kılmakla maruf. Deliliğin tarihi biraz da aklın tarihi desek yeridir. Aklın, hesabın kitabın, gücün, iktidarın. Akıllı deliden korkar, deli de deliyi görünce değneğini saklar, zira deli deliyi gözünden tanır. Bizim topraklarımızda deliler özellikle zararsız Allah adamları, meczuplar yakın bir zamana kadar toplumsal yaşamın merkezinde. Birer ayaklı nasihat,, sokaklarda gezen ibret olarak dünyaya çok bel bağlamamak gerektiğini, hırsın, tamahın, biriktirmenin sonunun olmadığını, sen ben kavgasının, yönetme ihtirasının boşluğunu, ölümün her an var olduğunu, sahiplenmenin, bu dehri mülk edinmenin, çoluğun çocuğun, evin barkın, işin gücün geçiciliğini, günün sonunda el kadar beze, bir avuç toprağa kalacağımızı, naifliği, çocukluğu, zarifliği, inceliği hatırlatır dururlar.

Kastomonu’nun da bir dönemine damga vurmuş kral delileri varmış, onu öğrendim bu kitapçıktan. Nasrullah’da namaza duran “salluu” çekip farza yetişin diyen, ahalinin ayakkabısını kollayan Salacı Kahya’yı mı dersiniz, subay kocası ölünce aklını yele veren, Menderes’in Kastamonu’ya geleceğini duyunca günlerce Başbakan düğünüme geliyor deyip her gördüğünü düğününe davet eden İstanbullu esmer güzeli karabiber gelini mi, bir tepsi baklavayı sırtlarına yapışmış midelerinin neresine koyduklarını kimsenin bilmediği iştahlı Mohmoh kardeşleri mi, namaza dururken namazda ithalat ihracat yapan, ihale kovalayan bir çoğumuzun aksine dünya ağırlığını pabucuna silken Deli Ziya’yı mı dersiniz hepsi birbirinden güzel deliler.

Eşref de bu güzellerden bir güzel. Halkın sevgilisi Kastamonu kültürüne mal olmuş bir meczub. Zenginden alır fakire verir. Üç kese ile gezer Eşref. Parayı verene göre tasnif ediyor. Herkesin parası ayrı yere, gideceği yer de ona göre. Dileniyor güya ama bildiğin fatura kesiyor. Borcun şu kadar der gibi. Herkesten alacaklı. Tüm garip gurebanın alacağı Eşref’te toplanıyor. Millet de alışkın Eşref’in hallerine. Evin birine teklifsiz girip evin hanımına helva kavur diyor mesela. Azcık yiyip gerisini paketletip gideceği yere götürüyor. Yeri belli, bekleyeni var zira. Misafirden yüksünen gönülsüz evlerin yemeğini yemiyor. Faytonla gezmeyi seviyor. Bir gün topladığı paralarla mevlit okutmuş, müftü yardımcısı hoca efendiyi evinden faytonla alıp camiye götürmüş Eşref. Yalnız Kastamonu değil memleket tanıyor Eşref’i. Selam gönderiyorlar dört bir yandan. Selamı getiren unutursa karşısına dikiliyor. Nerde benim emanet diye. Eşref’in yaşı ilerleyince gözleri görmez oluyor. Katarakt belli ki. Ankara’da GATA’ya yatırıyorlar. Başhekim gözü açık, ince gönüllü biri olmalı. Protokol odasına yatırtıyor Eşref’i. Doktoru, hemşireyi tembihliyor. Uğurdur, hoş tutun aman incitmeyin diye.

Hacca’da gitmiş Eşref, Hacı Eşref olmuş ondan sonra. Aşkla gezmiş Mekke’yi, Medine’yi. Aman sakın mukaddes topraklarda dilenme, oralarda adımızı çekme diye sıkılamışlarsa da dayanamamış, orada da Allah’ın kullarının birinden alıp diğerine vermiş hakkını. Soğuk bir kış günü 11 Şubat 1976’da göçmüş zaten hep bir ayağını bastığı yere. Bir garip öldü demişler ama bu sefer üç gün beklememişler, duyan gelmiş cenazeye, çevre vilayetlerden otobüslerle gelenler bile varmış.

Kitapçığın yazarı rüyasında görmüş Eşref’i siyah takım, gömlek kravat o biçim. Saç sakal traşlı düzgün, sakal zümrüt gibi simsiyah, 25 yaşında civan delikanlı, gülümsüyor. Belli ki memnun gittiği yerden.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YETERSİZ BAKİYE (ÖYKÜ)

Abi yetersiz bakiye diyor. Karşı taraf "ne diyor" diye sormuş olmalı telefonda. Yetersiz bakiye diyor abi. Sen ödedin değil mi geçen ayın borcunu. Abi ödedin de niye yetersiz diyor bu Allah aşkına. Sıradaki orta yaşlı hanım sabırsız. Bukleli saçlarına üfürüyor sıkıntıdan. Püf diyor. Bukle havalanıyor. Ablanın aceleden ziyade tahammülü yok gibi. Göz göze geliyorlar. Gözünü oyar adamın abla alimallah. Elinde kedi maması gözüne çarpıyor. Celal sırıtıyor en masum haliyle, abla kusura bakma hemen halledeceğim diyor. Celal'in rengi ruhsarı solmuş beti benzi atmış, alı al moru mor. Yer yarılsa içine girse. Dokunsan ağlayacak. Sinirden değil mahcubiyetten. İsmi Celal kendi pamuk. Kızdığını gören olmamıştır. Sinirleri alınmış mübarek. Hafif yanaklı, bembeyaz surat. Utanınca vücudunun bütün kanı yanaklara doluyor sanki. Bildiğin beş yaşında oğlan çocuğu. Oldu bitti utangaç Celal. Sosyal mobik mi fobik mi ondan işte. Komşunun kızı Yasemin öyle diyor. Yasemin fingirdeğin önde gideni...
Latin Amerikalı Kalkınma Eleştirileri Modern Dünya Sistemi’nin en önemli çevre unsurlarından biri olarak Latin Amerika’dan hakim kalkınma paradigmasına yönelik eleştiriler esaslı bir yekûn tutuyor. Şilili Manfred Max Neef’in, Meksikalı Gustava Esteva’nın, Kolombiyalı Arturo Escobar’ın ve makaleyi de kaleme alan Arjantinli Maristella Svampa’nın katkılarıyla ilerleyen bu eleştirel literatür hakkında bilgilendirici bir makale. Umarım faydalı olur.   Latin Amerikalı Kalkınma Eleştirileri Latin Amerika’da hakim kalkınma nosyonuna yönelik eleştirel yaklaşımlar Roma Kulübü’nün [1] 1972’de yayımladığı “Büyümenin Sınırları” raporuna kadar gider. Bu eleştiriler sürdürülebilir kalkınmadan emtia öncülerinin yayılmasına kadar uzanan geniş bir yelpazede çağdaş bir içeriğe sahiptir. Latin Amerika düşüncesindeki üç kilit meseleyi şöyle sıralayabiliriz:   1.       Tüketim toplumu eleştirisi (70-80 ler) 2.       Post kalkınmacı eleştiriler (90’...
  Han'ı irfanla okumak... Byung Chul Han çağdaş bir düşünür, 1959 doğumlu. Güney Kore asıllı, metalürji okuduktan sonra Almanya’ya göç etmiş. Berlin Üniversitesi’nde Kültür teorisi, sanat, estetik dersleri veren bir profesör. Bugünlerde “Güzeli Kurtarmak” isimli hacim olarak ince ama derinliği olan kitabını lezzetli bir tercüme ile azar azar okuyorum. Han’ın kitabını Mustafa Tatcı hocamdan yıllardır şerhlerini dinlediğim Yunus Emre ve Niyazi Mısri’nin zihnimde biriken nutukları ile birlikte okuduğumu farkettim. Böylesi çağdaş düşünürleri tanıdıkça bizim irfani geleneğimizi dünya dillerine açmanın önemine bir kez daha ikna oluyorum. Öyle sanıyorum ki çağdaş filozoflar büyük bir emek çektikten sonra bizim irfani geleneğimizin ancak kıyılarına varabilecekler ve 21. Asır bu irfanın küresel kültüre daha çok mal olduğu, daha çok anlaşıldığı bir zaman dilimi olacak. Üzülerek söylüyorum ama bu kaynağa bir kez ulaştıklarında da bizim yakın tarihimizin mahalle kavgalarından, kendi tarihi ve...