Malthus
bu gidişle doğanın bir gün tükeneceğini 1798’de yayımladığı meşhur eserinde
öngörmüştü zira insan nüfusu geometrik, doğal kaynaklar ise aritmetik olarak
artıyordu. İnsan ve doğa arasına giren bu mesafeyi kapatma arayışı iki asrı
aşkın bir zamandır devam ediyor. Her ne kadar kalkınma yazınında çevre konulu
başlıklar gündemin üst sıralarında ancak 1980’li yıllardan itibaren kendine yer
bulmaya başlamış olsa dahi kalkınma yazını başından itibaren çevre konuları ile
yakından ilişkili olageldi. Kalkınmanın ekonomik büyüme ile eş anlamlı olarak
kullanıldığı dönemde doğal kaynakların nasıl kullanılacağı ve dağıtılacağı
sorusu kalkınmanın tanımına ve nasıl ölçüleceğine dair yönteme etki ediyordu. Modern
kalkınma yazınının 1950’den 2020’ye uzanan 70 yıllık serüveninde kalkınmanın
ilgi alanı salt niceliksel bir değerlendirmeden niteliksel olana doğru bir
genişleme gösterdi. Bu süreç birbirinden keskin bir biçimde ayrılmayan ve
birbirine eklemlenerek, iç içe geçerek ilerleyen üç dönem olarak görülebilir: Ekonomik
büyüme olarak kalkınma, insani gelişme olarak kalkınma son olarak da
kalkınmanın zaman içinde neden olduğu ekolojik tahribatı en aza indirmeyi ve
çevresel tahribatın toplumsal bir çok sorunla yakından ilişkili oluşunu görerek
çevreci bir paradigmayı kalkınma söylemine dahil eden yeryüzü merkezli bir
kalkınma anlayışı.
Epistemolojik olarak kalkınmanın neye
odaklanacağı sorusu ile kalkınmanın nasıl ölçüleceği arasındaki belirleyici
ilişkiyi dikkate alarak 1950-80 arası dönemi kalkınmanın ekonomik büyüme olarak
görüldüğü ve buna bağlı olarak ülkelerin kalkınma performanslarının kişi başına
düşen milli gelirleri esas alınarak ölçüldüğü dönemin ardından 1990’lı yıllarla
birlikte kalkınma paradigmasının insani ve kültürel olanı da kendine dahil
ederek genişlediği ve insani gelişmişlik endeksleri ile kalkınmanın niceliksel
sınırlarının genişlediği bir döneme girdiği görüldü. Salgın hastalıkların,
iklim ve çevre krizlerinin distopik ortamında, 2020 yılı İnsani Gelişmişlik
Endeksinde insanı gezegenin merkezine değil sadece içine yerleştiren ve insani
gelişmişliğin sınırlarına ve ölçümüne gezegeni de dâhil eden bir paradigmatik
genişleme yaşandı. Yapay zekanın her gün yeni bir hayat alanına taştığı dijital
kültürel atmosferde insan aşılması gereken bir varlıktır artık. Hümanist dünya
görüşünün etkilerinin üstesinden gelemeden gezegenimiz ve hatta onu da kuşatan
evren transhümanizm ile baş etmek zorunda kalacak. Böylesi bir zamanda Gezegensel
Baskılara Uyarlanmış İnsani Gelişmişlik Endeksi küresel salgının devam ettiği
bu günlerde tüm insanlığı bir bütün olarak doğayı, çevreyi ve gelecek nesilleri
dikkate alacak bir kalkınma arayışına davet etmektedir.
Sanayi
çağından bu yana deneyimlediğimiz antroposen çağı yeryüzü üzerindeki insan
faaliyetlerinin etkisinin en yoğun yaşandığı bir dönem. İlk defa gezegenin
insanı değil insanın gezegeni dönüştürebildiği bu yeni dönemde kalkınmanın
gezegen üzerinde ağır baskı kurmadan gerçekleşemeyeceğini geç de olsa itiraf
edebildi. İnsanoğluna bir yeryüzü
cenneti vadeden ve geçtiğimiz yüzyılda büyük bir heyecan uyandıran modernist
kalkınma düşüncesi ürettiği sosyal, ekonomik ve çevre sorunları ile aynı
büyüklükte bir hayal kırıklığına dönüştü. Bu makale ana akım kalkınma söylemini
post kalkınmacı eleştirilerin eşliğinde incelerken batı merkezli antroposenik
bir kalkınma ve çevre paradigmasının yerel kültürlerin ve kadim geleneklerin
verdiği ilhamla daha evrensel ve yeryüzü merkezli bir kalkınma ve çevre
anlayışına dönüşebilmesinin imkanını ele alıyor ve farklı coğrafyaların
yanısıra Anadolu kültürünün bu eleştirilere Türkiye’den özgün bir katkı
sunacağını öne sürüyor.
Kalkınma’nın 70 yılı
Kalkınma
bir soğuk savaş mitidir. Sachs 90’ların başında editörlüğünü yaptığı Kalkınma
Sözlüğü’nün önsözünde “geride bıraktığımız kırk yıla kalkınma çağı denilebilir”
diyordu ve artık kalkınma çağının sonunun göründüğünü ve ölüm ilanını kaleme
alma vaktinin geldiğini öne sürüyordu. [1]İkinci dünya savaşının
hemen ardından inşa edilen kalkınmanın deniz feneri parlak ışığını yitirmiş ve
karanlığın içinde kaybolmaya başlamıştı.
Truman
20 Ocak 1949 tarihli Başkanlık konuşmasında ABD’nin bilimsel gelişmelerini ve
endüstriyel ilerlemesini dünyanın “kalkınmamış bölgelerine”[2] götürmekten bahsettiğinde
kalkınma paradigmasının kalkınmış ve geri kalmış ülkeler tarzındaki meşhur
dikotomosini çalakalem çiziyor ve ABD küresel siyasetinin temel hatlarından
biri olarak belirliyordu. Toplumsal evrimin tepesinde yer alan ABD ulaşmış
olduğu dünya cennetinin nimetlerini tarihsel bir sorumlulukla “Beyaz adamın
yükünü” hatırlatır biçimde dünyanın geri kalmış bölgelerine götürmeye hazırdı.[3]
1950’li
yıllardan 1990’lı yılların başına kadar kalkınma kavramına yönelik ana
yaklaşımlar uluslararası ilişkilerin temel yönelimlerinin etkisi altında önemli
ölçüde dönüşüme uğradı. Sömürgecilik, sanayileşme ve modernleşme teorilerinin
etkisinde 1950’li yıllar kalkınmanın batı merkezli bir paradigmanın içinden ve
devleti baş aktör olarak gören bir bakış açısı ile ekonomik büyüme olarak
düşünüldüğü bir dönemdi. Bağımlılık
teorilerinin eleştirel yedeğinde 80’li yıllara kadar bu anlayış kalkınmaya ana
akım yaklaşım tarzı olmayı sürdürdü. 80’li yıllar dünyada yükselen
neoliberalizmin etkisiyle kalkınma anlayışında da devleti yerinden ederek onun
koltuğuna piyasanın oturuşuna şahitlik etti. 90’lı yıllarla birlikte bir yandan
kalkınma söyleminde postkalkınmacı perspektiften Avrupa merkezciliğin yoğun biçimde
eleştirisinin, taban hareketlerinin, yerel bilginin ve yaklaşımların,
kadınların kalkınma süreçlerinin aktif öznesi haline gelmesini önemseyen
cinsiyet merkezli analizlerin, etnisite ve kültürün etkisinin 2000’li yıllara
da taşınan yükselişi görülürken öte yandan İnsani Gelişmişlik yaklaşımı etkisinde
şekillenen İnsani Gelişme Endeksi ile kalkınmanın ölçülmesinde ve
değerlendirilmesinde de yeni bir yaklaşımın egemen hale geldiği müşahede
edildi.
90’lı
yıllarda soğuk savaşın sona ermesi, küreselleşme teorilerinin neo liberalizm
ile yakın bir mesai içinde kalkınma yazınına yoğun tesir ettiği bir döneme
eşlik etti. Öte yandan sürdürülebilir kalkınma, post kalkınma, hak temelli
yaklaşımlar ve yükselen toplumsal hareketlerin etkisi günümüze kadar sürerken
küresel çevre sorunları ve iklim değişikliğine yönelik artan ilgi, BRİCS
ülkelerinin yükselişi kalkınmanın mimarisi kadar söylemini de dönüştürdü.
Batı merkezli bir modernleşme projesi
olarak “Kalkınma”
Her
ne kadar kalkınma düşüncesi İkinci Dünya Savaşı sonrası bir tarihsel döneme
yerleştirilse dahi entelektüel bir boşluğa doğmamıştır. Adam Smith, David Ricardo gibi klasik
iktisadın kurucu babalarının düşüncelerinde modern anlamda kalkınma
düşüncesinin izlerini bulmak ve özellikle de Keynesyen iktisadın 1929 ekonomik
buhranı sonrasında devlet müdahalesini merkeze alan yaklaşımlarını kalkınma
düşüncesinin habercisi olarak görmek oldukça mümkündür. Merkezi Avrupa’da
İkinci Dünya Savaşının yarattığı büyük yıkımın tamiri ve çöken ekonomilerinin
üzerlerine Sovyet gölgesi düşmeden ayağa kaldırılabilmesi 1944 tarihli New
Hampshire’daki Bretton Woods konferanslarının gündemlerinden biriydi.
Kapitalist bir sistem içinde istikrarlı bir ekonomik büyümeyi mümkün kılacak
bir uluslararası ekonomi politiğin üçlü çatısı ABD öncülüğünde burada
çatılmıştı. İMF, Dünya Bankası ve 90’larda Dünya Ticaret Örgütüne dönüşecek
olan GATT, komünist olmayan dünyadan yüksek düzeyde sanayi altyapısı olan 44
memleketi bir araya getirirken hükümetlerin, Bretton Woods kurumlarının ve çok
taraflı kuruluşların ekonomiye müdahalesini Keynes’i hatırlatan bir perspektifle
davet ediyordu. Yine bu dönemin meşhurlarından, Avrupa’yı kurtarmak için
seferber edilen Marshall yardımları da kalkınma yardımları tarihinde bir milat
olarak düşünülür.
Kalkınma
ile ekonomik büyüme çoklukla birbirinin yerine kullanılır. Kalkınma aslına
bakılırsa Avrupa Merkezli modernleşmenin yol haritasını veren bir projedir.
Walt Rostow’un 1960 tarihinde yayımlanan “Ekonomik Büyümenin Aşamaları:
Komünist Olmayan bir Manifesto” isimli kitabı dönemin ruhunu en iyi yansıtan
çalışmalardan biridir. Rostow her ne kadar kalkınma yerine ekonomik büyümeden
bahsetse de aslına bakılırsa “ekonomik büyüme” kalkınma ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Az ve çok kalkınmış bölgeler ayrımı Rostow düşüncesinde ekonomik büyümenin
aşamalarını oluşturur ve lineer bir çizgi üzerinde şekillenen bu aşamalar
geleneksel kültürlere sahip tarım toplumlarından başlayarak yükselir ve nihai
olarak en iyi batılı sanayileşmiş toplumların temsil ettiği yüksek kitlesel
tüketim çağına ulaşır.
Kalkınma ve Çevre
Batılı
modernlik gerçek özelliği yeniden doğmak olan, içinde canlılık barındıran
doğayı mekanik müdahalelerle yönetilebilen cansız maddeye dönüştürdü. Kaynak
(source) kelimesi –Türkçe’de de benzer anlamı olduğu ve latince kökeni surgere’nin
(su kaynağı) topraktan doğup sürekli akan su anlamının da işaret ettiği gibi- sürekli
kendini yenileyen doğanın yaratıcılığını anlatır. Oysaki modern iktisatta doğa
artık doğal kaynağa, insan ise insan kaynağına dönüşerek üretim süreçlerinin
mekanik bir girdisi haline gelmiştir. İnsan merkezli bir bakışla doğa insan
müdahalesi ile sermaye ve teknoloji ile bir araya gelerek işlenen böylece de
insana bağımlı kendi kendini yenileme gücünden ve çoğalma kabiliyetinden yoksun
bir nesne kılındı. İnsan müdahalesi ile “geliştirilmesi” gereken doğal
kaynaklar gelir elde etmeyi ve büyümeyi sağlamak amacına hizmet ediyordu. Beyaz
adamın dünyanın geri kalanını uygarlaştırma yükünün ayrılmaz bir parçası da
doğal kaynakları geliştirmekti. “insan doğa ilişkisi sorumluluğa, ölçülülüğe ve
karşılıklılığa dayalı bir ilişki olmaktan sınırsız sömürüye dayalı bir ilişkiye
böylece dönüştürüldü.”
Antroposentrik,
insan merkezli çevre düşüncesi ile modernist kalkınma aynı felsefi arka plandan
beslenmektedir. İnsanı evrendeki diğer tüm varlıklardan ayıran ve onların
üstünde bir ontolojik konuma yerleştiren bu bakış açısı hem dini hem de seküler
felsefi dayanaklara sahiptir. İnsan için iyi olanın tüm evren için iyi olduğu,
insan dışında kalan tüm varlıkların insanın yeryüzündeki refahına hizmet ettiği
düşüncesi aslında günümüzde yaşadığımız bir çok çevresel felaketin ve sorunun
temelinde yatmaktadır.
DDT’nin
tarihçesi modernist kalkınma ideolojisinin çevre ile olan bu ilişkisinin sorgulanmasına
dair oldukça simgesel bir örnek oluşturur. İkinci dünya savaşı koşullarında
DDT’yi etkili bir modern sentetik böcek ilacı olarak geliştiren İsviçreli Bilim
adamı Paul
Hermann Müller daha sonra bu buluşundan dolayı Nobel ödülüne layık görüldü. DDT,
Malarya ve Tifüs başta olmak üzere böcek kaynaklı ilaçlara karşı önce askeri
çevrelerde kullanıldı sonrasında tarım ilacı olarak yaygın bir şekilde
kullanıma girdi. Müller’in buluşu bilimsel ve teknolojik gelişmelere karşı
inancı güçlendirdi ve tarımda bir Yeşil Devrim olarak coşkuyla karşılandı. 1962
tarihinde Rachel Louise Carson tarafından yazılan Sessiz Bahar (Silent Spring) isimli
kitabı DDT’nin çevre üzerindeki yıkıcı tahribatını gözler önüne serdiğinde ABD
kamuoyunda devrimci bir etki doğurdu. DDT’nin çevre ve insan sağlığı üzerindeki
ölümcül etkisi anlaşıldığında ABD’de ve dünyanın bir çok yerinde kullanımına
yasaklar getirildi. [4]Dönemin çevreci
hareketlerine ilham kaynağı olduğu gibi Modernist kalkınmacı anlayışın
teknolojiye ve tabiata insan müdahalesine yönelik kurucu paradigmasını da
sorgulanmaya açtı. 1970’li yıllar dünyada yaşanan petrol krizinin tetiklediği
ekonomik krizin yarattığı olumsuz hava içinde anti modernist eleştirilerinin de
artışına sahne oldu. Yeni maltusyen görüşlerin eşliğinde modernizmin ekonomik
büyüme ile eş anlamlı gördüğü kalkınma anlayışı da bu dönemde sorgulanmaya
başlandı. Nitekim Roma Kulübü’nün desteklediği MİT’den akademisyenlerin de dahil
olduğu Denis Meadows öncülüğünde bir komite tarafından kaleme alınan Ortak
Geleceğimiz Büyümenin Sınırları isimli rapor günümüze kadar devam eden bir etki
doğurdu. Rapor doğal kaynakların ve çevrenin yoğun bir biçimde ekonomik girdi
olarak kullanıldığı bir büyümenin uzak olmayan bir gelecekte evrenin
sınırlarını zorlayacağını ve elimizdeki hammaddenin endüstriyel üretimin
ihtiyacını karşılamayacağını öngörüyordu.
Modernist
kalkınma düşüncesi antroposenik, insan merkezli bir çevre anlayışına yaslanır.
Kapalı bir söylem alanı içinde sorunları kökten ele alan, çevre sorunlarının
esas nedeni olan insanın doğa üzerindeki tahakkümünü meşru kabul eden tüketim
alışkanlıklarını ve bütüncül yaşam felsefelerini sorunsallaştırmak yerine çevre
sorunlarını yine aynı anlayış içinde hafifletebilmek üzerine kurulu bir anlayış
söz konusudur. Sürdürülebilirlik kavramında da olduğu gibi sorun aslında
ekonomik büyümeye odaklanmış bir kalkınma paradigmasının mahkumu olan yeryüzünün
artık bu iştaha cevap veremiyor olmasıdır. Denizler, nehirler, ormanlar,
buzullar, hava, su ve toprak tükendiğinden; refahın, büyüme rakamlarının, kişi
başına düşen milli gelirin, tüketimin artık sürdürülemeyecek olmasıdır çevre
karşısındaki gösterişçi duyarlılığın motivasyonu. Uluslararası sözleşmelere,
metinlere ve bunların şekillendirdiği mevzuatlara yansıyan temel kaygı da
budur; kirlenen, bozulan, azalan ekonomik bir girdiye dönüşmüş çevresel
değerlerin sürdürülebilir olmamasıdır.
Öte
yandan kalkınma ve çevre etiğine dair yaşanan söylemsel dönüşümün gizlediği bir
hinlik vardır. Güney Kore asıllı iktisatçı Ha-joon Chang’ın Türkçeye merdiveni
itmek-kalkınma reçetelerinin iç yüzü” olarak çevrilen meşhur kitabının açığa
vuruğu batıya özgü akademik bir şark kurnazlığı. Chang dikkatlerimizi günümüzün
sanayileşmiş, kalkınmış batılı memleketlerinin yola çıkarken liberal değil
korumacı ekonomi politikaları uyguladıkları ama bir kez kendileri kalkınma
merdiveninin üst basamağına çıktıklarında ise merdiveni iterek arkadan
gelenlerin tırmanmasını engelledikleri noktasına çeker. Washington konsensüsü
ile somutlaşan neo liberal politikaların serbest ticaret, serbest sermaye
akımları, derülasyon ve özelleştirme yanlısı içerikleri aslında çoğu zaman
mevcut küresel ekonomi politiğin tüm eşitsizlikleri ile sürdürülmesine hizmet
eder. Kalkınma ve Çevre konularında
küresel gündem ve uluslararası gündemin kalkınmakta olan memleketler üzerinde
korumacı baskılar oluşturan boyutu ise daha kapsamlı bir araştırmanın konusudur.
Post Kalkınmacı Eleştiri: Kalkınma
Paradigmasını Kırarak Genişletmek.
Konvasniyonel
kalkınma ve çevreci düşüncenin hakim paradigmasını köklü bir etik çerçeve
içinde eleştiriye yönelik en etkili mühimmatın post kalkınmacılık başlığı
altında değerlendirebileceğimiz yazarlardan geldiğini öne sürebiliriz. Batı
dışı dünya başta olmak üzere farklı seslerin farklı odaklanmalar üzerinden
başlattığı, 90’lı yıllarla birlikte görünür olan ve şöhret kazanan bir
eleştiriler bütünü olarak post kalkınmacı yazının ortak temasının
sürdürülebilir kalkınma, insani kalkınma gibi yetersiz sistem içi arayışlarda
gördüğümüz alternatif kalkınma arayışı yerine kalkınmanın kendisine bir
alternatif arayışlarıdır. Böylece hakim bir söylem olarak kalkınmanın topyekün
terk edilmesi gerektiğine dair farklı cephelerden eleştiriler post kalkınmacı
yazına eklemlenebildi. Post kalkınmacılık alternatif kalkınma arayışları ile
ana akım kalkınmayı bir bütün olarak yerinden edecek uygulanabilir bir proje
öneremese de ona etki edecek, yönünü değiştirebilecek sonuçlar doğurdu. Batı
merkezli modernist bir kalkınma anlayışının küresel hakimiyetine rağmen ayakta
kalmayı başaran yerel bilgi, kültür ve geleneklerin önemini vurguladılar.
Önde
gelen post kalkınmacı yazarlardan Arturo Escobar kalkınma söylemini postmodern
yazından ödünç aldığı teorik yaklaşımlarla yapısökümüne uğratır ve özellikle de
Foucault’cu bir perspektiften barındırdığı
iktidar ilişkilerini analiz eder, üçüncü dünyanın nasıl kurulduğu üzerine
yoğunlaşır. Zengin ve sanayileşmiş birinci dünya ve yoksul ve az gelişmiş
üçüncü dünya arasındaki iktidar ilişkisi üzerine kurulu kalkınma söylemi kendi
kavram seti, yatırımlar, uzmanlar, projeler, kalkınma programları ve
reçeteleri, bilgi ve teknoloji ihracı aracılığıyla bu eşitsizliği kurar ve sürdürür.
Tüm bu söylem aydınlanmacı batılı modernliğin 19. Yüzyılda başlayan dünyanın
geri kalan coğrafyaları ve kültürleri üzerinde hâkimiyet kurma girişiminin
Latin Amerika, Afrika başta olmak üzere 20. Yüzyılın ikinci yarısında süren
halidir. İkinci dünya savaşı sonrası kalkınma paradigması post kalkımacı yazın
aracılığıyla bir yapısökümüne uğratılır. İMF, Dünya Bankası başta olmak üzere
sistemin ana aktörlerinin uygulamaları üzerinden bu eleştiri somutlaşır.
Kalkınma
düşüncesinin hegemonyası epistemolojik kuruluşundan başlamaktadır. Yerel
kültürler ve o kültürlerin bilgi ve tecrübesini yok sayan ve üzerlerinde batılı
bir vesayet tesis eden kalkınma projesi
modernite içinde kavramsallaştırılmıştır. Post kalkınmacılığın 90’lı yıllardan
bu yana ürettiği eleştiriler belli merkeze yoğunlaşmak yerine aslında geniş bir
yelpazeden kalkınmanın krizlerini küresel perspektiften ele alır, kalkınma
bilgisinin yerel kültürleri görünmez kılan batı merkezliliğini yerel bilgi ve
irfanı tekrar görünür kılarak, evrenselleştirerek ve kalkınmanın semptomlarına, çevresel
krizlere karşı mücadele de işe koşarak aşmayı önerir. Küresel kalkınmacı
ideolojiye ve kapitalist ilişki biçimlerine yönelik itirazı da yine buradan başlatır,
yerel bilgiden beslenen taban hareketlerini destekler ve insan merkezli çevre
anlayışını ve etiğini yerel kültürlerin insan, doğa ve çevre ilişkisine dair
ortaya koyduğu kadim bilgiyi güncelleyerek genişletmeyi dener. Tüm bu birikim
2018’de Pluriverse isminde bir post kalkınmacı sözlüğe taşınır. İsminin de ima
ettiği gibi belli bir merkezin olmadığı çoğul bir katkı ve içerikle yazılan
sözlük tekil bir tanıma indirgenemeyecek ve zaman zaman belirgin bir önerisi
olmamakla eleştirilen post kalkınmacılığı somutlaştırır. Bu dağarcık evrensel
bir çıfıt çarşısı gibi durur ilk bakışta. Latin Amerika’dan, Uzak Asya’ya,
Afrika’ya, Hint Alt kıtasına, Tao’dan, Yahudi Tikkun Olam’ına, Amazon
yerlilerinin Kametsa Asaikesinden, Tuva Türklerinin Hurai inancına ve Afrikalı
Ubuntu inancına kadar uzanan kalabalık bir heybe. Öte yandan permakültür,
ekomodernizm, yeşil ekonomi, derin çevrecilik, akıllı şehirler, yavaşlık
akımları, transhümanizm, beden siyaseti, agro ekoloji, konvivializm, özerklik,
ekofeminizm, ekososyalizm, serbest yazılımlar, enerji egemenliği, sosyal
ekoloji, doğa hakları mahkemesi gibi yeryüzünün dört bir tarafından bir çok yeni tartışmaya, akıma, yaklaşıma ve
harekete zaman zaman eleştirel bir içerikle yer verir. Böylece kalkınma paradigmasına
yine onun gibi tek merkezli bir alternatif önermek yerine bu çoğul eleştiriler,
uygulamalar ve yaklaşımlar aracılığıyla onu aşmanın, eleştirmenin ve nihai
olarak ise her yerel kültürün kendi içinden ulaşabileceği kendine ait bir kalkınmanın
imkan alanını aralar.
Küresel sorunlara yerel çözüm
önerileri.
Kadim,
yerel kültürel birikimler, dünya görüşleri, dinler ve inançlar modernitenin
inşa ettiği hegemonik, batı merkezli ve nihai olarak “kendi tanımladığı insanı”
çevrenin merkezine koyan bir kalkınma ve çevre anlayışını kırmaya ve söylemsel
tek merkezliliğini dağıtmaya yöneliktir. Burada tüm bu örnekleri ele almak
yerine farklı coğrafyalardan birkaç örnekle konuyu ele alabiliriz.
Tuva’ların
gündelik yaşam pratiklerine sinmiş Hurai inancına göre sadece insan değil
hayvanlar ve tüm doğa ilahi bir koruma altında kutsanmıştır. Birlikte bir
zincirin halkaları gibi birbirine bağlı bir bütün oluştururlar. İnsan merkezli
olmayan bir kavramdır Hurai; doğayı, hayvanları ve inancın kabul ettiği manevi
varlıkları insanın altına yerleştirmez. Esenliğin doğanın, hayvanların ve
tanrıların uyum içinde iyi olmasıyla mümkün olduğunu böylece insanın da doğal
olarak mutluluğu ve öz tatmini tecrübe edeceğini söyler. Hurai elde edebilmesi,
insanoğlunun esenliği bir bütün olarak korumayabilmesi için kendinden vermesi,
kendini adaması gerekir. Bu sadece ritüellerle olmaz aynı zamanda gündelik bir
çaba gerektirir. Bu yüzden Tuva topraklarında yetişen ekonomik değeri çok
yüksek olan Ophiocordyceps sinensis mantarına dokunmazlar. Ama bu inanca sahip
olmayanların kazanç hırsı ve iştahla ile yüksek miktarlarda topladığı mantar
bir süre sonra adeta intikamını alır ve yörenin ekolojik dengesi bozulur. Tuva
toplum önderlerinin yürüttüğü kendi topraklarına sahip çıkmaya yönelik bu ekolojik
mücadelede kadim Hurai inancı güncel kültürel ve politik bir bagaja dönüşür.
Amazon
yerlilerinin Kametsa Asaike inancı da tıpkı bunun gibidir. Kalkınmanın hedefi
olan esenlik ve tatmin duygusunu bireysel değil kolektif olarak anlar bu inanç.
İnsan tek başına bir esenlik duygusu içinde olamaz. Esenlik ve tatmin doğa,
diğer canlılar ve tüm yeryüzü ile birlikte mümkündür. Hayvanlar, bitkilerin
ötesinde taşı toprağı ve madenleri, biyolojik bir paradigmanın canlı olarak
görmediklerini de içerir bu kolektiflik. Amazon dillerinde Ashaninka Biz
akrabayız, biz aynı milletiz demektir. Doğanın bütünü ile canlı cansız ayırt
etmeyen bir akrabalık. Kametsa asaike esenliği konvensiyonel kalkınma
çevrelerinde moda olan sağlık ya da
tüketim gibi terimler üzerinden ölçmenin insan toplumsallığının etiğini, bilme
biçimlerini ve bu tarz pratiklerin içerdiği bir dünyayı tek başına
belirleyemeyeceğini ortaya koyar. Dünyayı insan ve diğer türlerin birlikte inşa
ettikleri bir bağ üzerinden anlayarak Kametsa Asaike içsel bir dille yerinden
edilmiş birey tarzındaki modern kavrayışını ve doğa-kültür düalizmini sorgular.
Amazon’da yıllardır büyük uluslararası şirketlerin yerel hükümetlerden elde
ettikleri tavizlerle yürüttükleri büyük ölçekli madencilik faaliyetlerine karşı
bir itiraza kaynaklık eder Kametsa Asaike, Kalkınma paradigmasına yönelik köklü
bir itirazdır bu. Çevreyi ekonomik faaliyet olarak bir girdi, kaynak olarak
gören ve sürekli ölçek genişleten bir kalkınmaya yönelik.
Ubuntu
inancı da kalkınma eleştirisine kadim Afrika inançlarından yükselen bir
eleştiri olabilir. Ubuntu insan oluşu bir süreç olarak ele alır. Bu süreç
yeryüzündeki diğer tüm varlıklarla birlikte işler. Bu yönüyle Ubuntu
modernitenin insan merkezli hümanizminin ötesine geçer. İnsanoğlunun batılı gelenek
içinde tanımlandığı gibi atomize olmuş, birbirinden yalıtılmış bireylerden
fazlası olduğunu sosyal ve biyofiziksel ilişkiler ağının içinde var olduğunu
söyler. Ubuntu sözcüğü Sahranın güneyinde kalan çeşitli Afrika dillerindeki
meşhur ifadeler ve aforizmalardan geliyor. Yakın bir tercüme ile Ben ancak Biz
olduğumuz zaman Ben olurum anlamına gelir. Tek başına insan olunamaz ancak
diğer insanlarla ve varlıklarla ilişki halinde insan olunabilir. Her ne kadar
kolonizasyon ve batılı modernliğin kültürel hegemonyası bu tarz geleneksel
kültürel unsurları yüzeyden silse dahi gündelik hayat pratiklerine ve insan
ilişkilerine sinmiş Ubuntu kendini hissettirir ve kolonyalizm sonrası
Afrika’nın kendi özgün kalkınma deneyimi için bir kaynak oluşturabilir.
Uluslararası
Doğa Hakları Mahkemesi de post kalkınmacı bir perpektiften hakim kalkınma ve
çevre paradigmasına yönelik dikkat çekici bir hukuki ve pratik bir eleştiridir.
Hukukun öznesi olarak insanı gören ve hak kavramını insanla sınırlayan hümanist
hukukun sınırlarını diğer varlıkları da içerecek şekilde genişletmek için
Yabani Hukuk şekilleniyor. Yetersiz beslenme, açlık, yoksulluk, zorunlu göç,
barınma problemleri, savaşlar ve yalnızlıktan acı çekenler kadar kurdun kuşun
hakkını, kirlenen denizlerin, körfezlerin, tahrip olan ormanların, dağların
hakkını doğa hakları mahkemesinde sormak mümkün. Profesyonel hukuk bilgisine,
mahkemeye ulaşma, kendini temsil etme imkanlarına sahip talihli azınlık kadar
kenarda kalanların da davacı olabileceği bir mahkeme.
Postkalkınmacı yazına Anadolu’dan bir
katkı
Post
kalkınmacı kalkınma eleştirisinin yerel bilgiyi, kadim kültürleri ve
deneyimleri istihdam eden bu yaklaşımına Anadolu’dan bir katkının da mümkün
olduğunu düşünüyoruz. Hümanist, batı merkezli, ekonomik büyüme üzerine kurulu
bir kalkınma anlayışına karşı içerdiği bütüncül bakış açısı ile bin yıldır
Anadolu’da biriken, gündelik hayata, dile ve kültüre sinmiş bilgelik hegemonik
kalkınma ve çevreci yaklaşımlara yönelik yerel bir itiraza kaynaklık edebilir.
Geçtiğimiz
yüzyılda yaşamış (1807-1920) mutasavvıf, arif Fatih Türbedarı Amiş Efendi’ye
atfedilen “dağı dağ, taşı taş gördüğün sürece bir manevi olgunlaşmaya muhtaçsın
evladım” sözü başlangıç noktamız olabilir. İrfan geleneği dağı dağ, taşı taş
olarak görmemeyi öğretir. Varlık bir bütündür ve seyrü sefer halindedir. İnsan
bu seferin son durağıdır. Dolayısıyla insan bütün yeryüzünün hikayesini kendinde
taşıyan büyük bir birikim ve hafızadır aynı zamanda. Dağ, taş, orman, hayvanlar
ve diğer tüm varlıklar insandan ayrı değildir. İrfani gelenek varlığı bir bütün
olarak görmeyi ve saygı göstermeyi öğretir. İnsanı merkeze koyan hümanizmin
göremeyeceği genişlikte bir etik ufuk çizer. İrfani geleneğimizin iki önemli
temsilcisi Yunus Emre ve daha yakın zamanda yaşamış Aşık Veysel şiirleri yeni
bir kalkınma ve çevre etiğine ilham verecek şekilde okunabilir.
20.
Yüzyıl Anadolu Halk şiirinin en coşkun sesi Aşık Veysel bu bin yıllık birikime
kendi şiir ırmağında yeniden can verir; “aynı vardan varolduğumuzu, cümle
bedende görünen aynı varlığın ise topraktan olduğunu” söyler şiirlerinde.
Dört
unsurun terkibi olan alem ateş, su, hava ve topraktandır. Görünen ve görünmeyen
bütün varlık bu dört unsurun bir araya gelmesinden oluşur. Bütün alem aynı özün
farklı tezahürleridir. Veysel tabiata aşkla bağlıdır, seyir ve sefer halindeki
bütün varlık bu yolculukta aynı kaderi paylaşır. Bu büyük birlik düşüncesi
Anadolu irfanının doğaya bakışının temelini oluşturur.
Hacı
Bektaş Veli aslan ve ceylanı dizine oturtur, Şah-ı Merdan avazını turnaya verir
yine Ahmet Yesevi turna, Hacı Bektaş güvercin, Abdal Musa geyik donuna bürünür,
yani o bedenlerde görünür. Öte yandan Bizim Yunus yolda karşılaştığı sarı
çiçekle ve yavlak uzamış bir ağaçla konuşur, onlara aslını sorar.
Yunus
arayış içinde olan, varlığı anlamaya çalışan bir yolcu olarak varlığa yönelir,
tüm varlık çiçekler, karıncalar kendi dillerince, kendi seslerince faaliyet
halindedir. Öte yandan O da kendi hakikatini tüm bu varlıkla birlikte arar;
dağlar ile taşlar ile, seher vakti kuşlar ile birlikte aslını, kendindeki
hakikati çağırır. Yine bir ilahisinde su ile konuşur Yunus, “ey su kandan
gelirsin, vatanın kanda senin” diye suya aslını sorar. Tüm bunlar tasavvufun
remizler, metaforlar ve semboller dünyasında çok katmanlı anlamlara sahip
olsalar da konumuz açısından insanı, yeryüzünün içinde, onunla birlikte ele
alan bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ormandan geçerken baltasını beze saran
bir inceliğe dönüşür, ihtiyaç için ağaç keseceği zaman ormandan izin alan,
ağaçla rızalaşan, Anadolu’nun yörük Türkmenlerinin ağaç duasında ritüelleşerek
ibadet derinliği kazanır.
Bu derinlik antroposenik çevreci düşünceyi tüm
yeryüzünü ve varlığı içerecek biçimde genişletmeyi öneren derin ekoloji
düşüncesi ile benzerlikler taşır. Derin ekoloji düşüncesi doğada canlı ve
cansız varlıklar arasında bir ayrım yapmayı da insan merkezli bir bakış olarak
görür ve yeryüzünün derin hafızasında milyarlarca yıllık bir geçmişin izlerinin
bulunduğunu öne sürer. Denizler, ormanlar, bitki ve hayvanların ötesinde minerallerle,
taşlar ve madenlerle kurulan bir akrabalıktır bu. Kendini bir dağ gibi, deniz
gibi, orman gibi düşünmeden insanı yer yüzünün efendisi olarak gören
antroposenik bir bakışı genişletmeden kurulacak bir çevre düşüncesinin yetersiz
ve etkisiz olacağını öngörür. 20. Yüzyılın en etkili çevre etiği ve felsefesi
düşünürlerinden biri olan Aldo Leopold “Toprağı tahrip ediyoruz çünkü onu bize
ait bir mülk olarak görüyoruz. Toprağı bizim de ait olduğumuz bir topluluk
olarak görmeye başladığımızda onu sevgi ve saygıyla kullanmaya başlayabiliriz.”
derken Anadolu irfanında aslında bin yıldır görülen bir bilince ancak
yaklaşabilir ve çağdaşı Aşık Veysel’le benzer bir irtifadan konuşur.
Sonuç Yerine: Kainatın Aynasıyım…
Antroposen
çağı olarak anılan son iki yüzyılı aynı zamanda sanayi çağı ve kalkınma çağı
olarak da okumak mümkün. İnsan olmak payesi yeryüzünde herkese eşit bir biçimde
dağıtılmaz. İnsan olmak istisnai bir durumdur. Modern dönemde çoğunlukla bu
istisna parantezi batıya doğru kapandı. Kolonici batı memleketlerinde
yaşayanlar kolonyal afrika başta olmak üzere dünyanın geri kalanından daha çok
bu payeye ve onun nimetlerine erişti. Öte yandan batılı olan da kendi içinde
homojen değildir. Bitmek tükenmek bilmeyen eşitsiz ilişkiler karşısında insan
olmanın sınırları ancak çetin mücadelelerle genişleyebilmiştir. İnsani
gelişmişlik yaklaşımı insan olmanın sosyal ve kültürel içeriğini genişletme
arayışıdır. Kadınlar, yaşlılar, engelliler, çocuklar, göçmenler toplumun hassas
ve kırılgan kesimlerini de kalkınmanın, refahın, insanlık payesinin dairesine
dahil etmek arayışı.
1990’lı
yılların başından itibaren BM tarafından her yıl yayımlanan İnsani Gelişme
Raporu söylem düzeyinde yaşanan tartışmaları kendine dahil ederek kalkınmanın
ufkunu genişletiyor. Geçtiğimiz yıl yayımlanan 30. Yıl baskısının başlığı ise
“Önümüzdeki sınır; İnsani Gelişme ve Antroposen” başlığını taşıyordu. 90’ların
başında kişi başına düşen milli gelir olarak kalkınmayı uzun ve sağlıklı yaşam,
bilgiye erişim, kabul edilebilir yaşam standardı gibi yeni verilerle
genişletirken yıllar içinde buna Eşitsizliğe
Uyarlanmış İnsani Gelişme Endeksi, Toplumsal Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi,
Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi, Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi gibi yeni
boyutlar eklemişti. 2020 yılında ise Gezegensel Baskılara Uyarlanmış İnsani
Gelişmişlik Endeksi ise karbondioksit emisyonu ve madde ayakizlerinden oluşan
iki yeni unsuru da hesaplamalara dahil etti. BM gibi ikinci dünya savaşı
sonrası batı merkezli ekonomi politiğin merkez unsurlarından biri olan bir
yapının küresel politika öneren bir belgesinde “hiçbir ülkenin kalkınmayı
gezegen üzerinde ağır bir baskı oluşturmaksızın gerçekleştiremeyeceğini” 70
yıllık bir gecikme ile itiraf edilmiş olundu.
Herşeyin
bir bedeli var. En ağır yükü günün sonunda zincirin en altında kalanlar
ödeyecektir. Sürekli bir ekonomik büyüme ve refahın bedelini ise en ağır
biçimde gezegenin ödediğinin ancak yaşlı dünyamızın gittikçe küresel iklim
değişikliği, çevre sorunları ve salgın hastalıklarla distopik bir mekana dönüşmesi
ile farkına varılabildi. Bu yüzden insan merkezli bir kalkınma ve çevre
anlayışının da ötesinde artık biosentrik bir bakışla yeryüzünü bir bütün olarak
gören derin bir ekolojik düşünce kalkınma gündeminin yönünü daha çok tayin
etmelidir. İnsanoğlunun giderek bedeninden çok zihninde yaşadığı ve insanın
yaşlılık, hastalık başta olmak üzere bir bedende olmanın doğal sınırlarını
aşmak üzere teknolojiyi seferber ettiği transhumanist çağın şafağında
yeryüzünün geleceğini de hesaba katacak bir etik zemine her zamankinden daha
çok ihtiyaç duymaktayız. Biyosferi dahi değiştirebilecek sınırsız yetkili insan
failliği yeryüzünün ötesine mesela Mars’a iştahla bakıyor. Yerelin ve küreselin
içiçe geçtiği, sorunların yerel sınırları aşarak hızlıca küresel krizlere
dönüştüğü günümüz dünyasında gerçekten evrensel bir etiğin şekillendirdiği,
adil bir temsilin mümkün olduğu küresel kurum ve kuruluşlara ihtiyaç var.
Çevreci
politikaları ve gündemini kalkınma yolunda adımlar atan, merdivenin alt
basamaklarındaki ülkeler için bir politik baskı aracına dönüştürmeden, iki
asırlık sanayi çağının, batı merkezli kalkınma ideolojisinin geçmiş hesaplarını
bir anda kapatıp, arkadan gelenlere fatura etmek yerine küresel kalkınma ve
çevre sorunları gündeminin yeryüzünün tüm ahlaki ve kültürel birikimini
seferber ederek adil ve çoğul bir dille yeniden oluşturulması gerekir.
Post
kalkınmacılık tüm bu süreçlerde sağladığı eleştirel malzeme ile yeni ufuklar
açan bir birikim oluşturabildi. İnsanlığın modern öncesi dönemi de içeren kadim
bilgelik ve yerel kültür değerleri modernist paradigmanın açtığı tahribatı aşabilmek
için yeni imkan alanları açabilir. Anadolu irfanı da insanlığın ve yeryüzünün
kaderini belirleyecek yakın geleceğimizin kalkınma ve çevre sorunlarına yönelik
evrensel değerler ve bakış açıları üretebilecek bir zenginliği taşımaktadır. Kainatın
kendini seyrettiği ayna olarak insan olgunlaştıkça gezegenin üzerindeki yük
hafifleyecektir. [5]

Yorumlar
Yorum Gönder